24 Kasım 2011 Perşembe

Vicdanım Susmadı Yazdım Ben Yine

Sen yalan içinde yaşıyorsun, ben hakikatte deme acımasızlığını yapmak zorundayım Tolstoy. Haklıydın hiçbir general ya da asker, disiplin, yemin ya da savaş olmasa yüzlerce insanı öldürüp, evlerini yerle bir edemezdi.

Haklıydın, sorumluluğunu herkese paylaştırmak suretiyle hiç kimsenin bu eylemlerin doğal olmadığını hissetmesini sağlayan karmaşık siyasi ve toplumsal makinelere borçluyuz bu zulümleri. Sorumluluktan arındırılmış bir itaat duygusuyla nedenini ve amacını bilmeden insan öldürenler... Askere giden arkadaşlara diyorum ki;  neden yaptığınızı anlamadığınız şeyler varsa niçin sormuyorsunuz sebebini. Gülüyorlar bana, asker ocağına girerken mantığını kabanınla birlikte çıkarıp dolaba koyarmışsın. Her bebek asker doğmasın, bebek doğsun istiyorum sadece. Sözlerim çok pembe ve çok saçma geliyor pek çoklarına. Sen gerçeğin farkında değilsin diyorlar bana. Kızmıyorum, biz farklı dünyaları bir edemedikten sonra kızmanın da amacı kaybolmuş çoktan diye. Sadece diyorum ki hani devletler, onu oluşturan insanların faydası için kurulmamış mıydı? O kadar basit değil diyorlar. İnandıklarınızı sorgulayın, bilgilerinizi güncellemekten korkmayın diyorum, zamanında peşi sıra takip edilen Westphalia bile gidişata yetemez oldu diyorlar. Biz bu topraklar için canımızı veririz diyorlar. Ben de diyorum ki durun! Bunların hepsi kurmaca. Zengin daha zengin olabilsin diye.. Bahane bulmak kolay ölüme, gelip ölenin annesine anlatsanıza. Vietnam savaşına karşı gösterilerden birinde, silahlarını doğrultmuş askerlerin namlularına çiçekler takanlarla da dalga geçilmişti. Ama işte sivil insiyatif hızlandırdı savaşın sonunu. Yazdıklarım saygısızlıktan değil vatanları uğruna ölenlere. Cesaretlerine hayran kalışımdan, bilakis insana insanca değer verdiğimden bunlar. En azından kendince resmin tamamını görmüş insanların bilinçli bir tercihi olsa askerlik kararı. Vicdanı elinde arafta bırakılmasa insanlar. Hayat amacına göre yaşayabilme temel hakkını kullanabilse herkes. 

Haklı savaşımlar uğruna ölenlere de iyi olmuş diyemem ki ben sırf benden değil diye. Kendi hikayesinin oyuncusu o da tıpkı biz gibi. Herkes görmezden geliyor, cananımızı korumaktan can kalmadı hiç birimizde.. Al Jazeera'da savaş haberleri sığmıyor yine bir güne. Yanlışa direndiğimden takip ediyorum herbirini alışkanlığa inat olsun diye. Kimsenin dediği ders olmaz kimseye, kendincedir derdi de. Sihirli bir değneğim yok diye lanet etmek yerine kendimi değiştirmeye çalışıyorum belki tüm Dünya değişir diye. Vicdanım susmadı yazdım ben yine.




Güç Adaletten Önce Geliyor Heryerde

Bismarck Almanya'sı ile günümüz Türkiye'sini karşılaştırmışlar. Ve diyorlar ki çok benziyor birbirine. Niye? Susmayı ve itaat etmeyi öğretir diye. Konuşanların hepsinin karanlık demirler ardında yavaş yavaş ölmelerine göz yumulur diye. 
'Uygulamalarıyla ülkelerinde demokrasiyi getiren ve siyasal rakiplerinin karşısına adil olmayan engeller koyan'*
Bismarck demokrasiye saygı duymadığını söylerdi konuşmalarında, sorunların kan ve demirle çözümlenebileceğini.. Buralarda ise bugün Laik olan T.C.'nin başında laik olmayan bir yönetici bulunması başarısından dem vuruluyor. Ekonomi iyiyse gerisini koyverelim biz.

İronik şekilde 'siyaset' kelimesinin Arapça'da at talimi anlamına geldiğini bu sabah öğrendim.
Daha rahat, daha düzenli yaşayabilelim, toplumun her bireyi genel refah düzeyinden nasibini alsın, kocaman bir aile olalım istemiştik ya, kendisi için karar verilen herşeye kaderci bir anlayışla boyun eğen hale geldik çoğunluk olan pekçoğumuz. Çoğunluğun seçilmiş otoriter rejimi otosansür bulanıklığında yol alıyor son hızla. 30 yıl öncesinin filmleri vizyonda yine. Kitap ve kitapla ilgili herkes öcüye dönüştü. Rant ekonomisiyle, biatın dışında kalanlara cennet ormanlarına giriş yok. 






*Bismarck: Bir Yaşam, Prof. Jonathan Steinberg

17 Kasım 2011 Perşembe

Beyaz Köleler



Dünya'nın en hızlı büyüyen ekonomilerinden biri olan Hindistan'ın, son 20 yıldır ekonomisinden daha hızlı büyüyen bir ayıbıdır 'Köle Gelinler'i..
Yaygın bir fakirliğin orta yerinde, bir yandan ucu görünmeyen ekonomik eşitsizliklerin içinde yeni varlıklı azınlığın görmezden geldiği tokat gibi bir gerçektir bu.

Sadece 12o dolara satılık olan kadınlar, genç kızlar.. Çiçek olamayan kadınlardır bunlar, diken muamelesi gören. Sabahtan akşama güneşin alnında tarlada çalıştığı yetmezmiş gibi, geceleri de sex kölesi olan kadınlar..Sadece bir adamın da değil bazen 10-12 adamın emrinde kadınlar.

Fakirliğin önce yük ettiğidir kız çocuklar, ya infantisiddir yansıması ya da cinsiyete dayalı kürtaj. Hal böyle olunca azdır gelin edilecek kız sayısı, o günleri görebilen kızlar nakit demektir velhasılı.
'Paro' kadın derler adlarına. Şanslı olanları evlenir damatla, rızasının alınmayacağını bile bile, damat ve gelinin babasının imzasıyla hemde..Meta gibi görülüp, valiz gibi taşınırlar ordan oraya.. Evlenmek de çare olmaz bazen defalarca satılmaya..İtiraz bir seçenek olamaz karşılığında ateşe atılan ayaklar olunca. Şanslı olanlar satıldıkları adamların adlarını öğrenirler sahte de olsa. En büyük hayal ölmek olur bu diyarlarda. Hayır hayır, zenginlik değil, dayaksız ve güven içinde bir hayat,  uzak bir hayaldir sadece.

Tanrı onları kız yarattığı için kızarlar adaletsizliğine..Gündüz hayvanlar gibi çalıştırılmalarına, geceleri dayağa, tecavüze ve her türlü aşağılanmaya gebe olunca, gözlerden süzülen yaşlar kanıksanır buralarda. İyiye dair ne varsa anlamını yitirir, yara ölür önce, kabuk bağlar ama, asla kaybolmaz izi kalır 'Paro'larda.

Kız bir bebeğin küçük ellerini tutan, çocuk olamamış bir kadın- izlerle dolu bir kadın..Kendi gibi biri daha olsun istemezse de ana yüreğidir işte.. Her kadın kendi ama kendilikleri aynı yazgısını yaşamak zorundadır sandığı, böyleliğinden başka seçenek bilmediği için, ve hatta içgüdüsel olandan başka fiziksel bir sevgi ifadesini hiç görmediği için ağlayınca sus der, acıkınca sütünü verir kızına diğer herşeyden vakit buldukça..

13 Kasım 2011 Pazar

1000 Yıllık Yalnızlık

1000 yıllık yalnızlıklar içindeyiz herbirimiz. Yalnızlığın nerede başladığı belli değil, ilacı yok mu sahiden? Yalnızlık sağır belki de bu nedenden nafile çığlıklarımız yankılanıyor sadece çeperlerinde. Nerede başlıyor yalnızlık? Bizde? Bizden gerilerde?
Bir de hikayeler, farklı gözlüklerden aktarılan, kendi gözünden bambaşka hikayeler..
İmajlar, olması gerekenler, öyle olsun istediklerimiz, olamayanlarımız, vazgeçemeyişlerimiz, yine de çabalarımız..
Peki kendimize itiraflarımız, kendi itiraflarından korkup, kaçarak bir ömür geçirenlerimiz? Üstüne itiraf nedir bilmeyenlerimiz?
Oysa dinlemek için doğru zaman o andı..
Söylenenleri duymak, dinlemek kadar kolay; anlamak, dikkat kadar basitti ama olmadı işte..
Birbirimizin gözlerine bakamadan ayrılıyorsak, hiç beraber olabildik mi ki?
Bir kez daha kabulleniş, yine bir vazgeçiş midir?
Tecrübe edinemeyiş, öyle olsun isteyişimizdendir.
İyi de tüm bunlar niyedir?
Yalnızlık insanla tedavi edilemeyen bir hastalıktır bazen.
Yalnızlık kötüdür bizi esir alıyorsa, vazgeçişse, istediğin zaman giyilip çıkarılamıyorsa..
Yalnızlık iyidir insanı besliyorsa.


Muz, Yoğurt ve Bebe Bisküvisi

Yeni, yepyeni, sıfırdan başlayan bir hayatınız olsa neler yapardınız? Ya da neler yapmazdınız?
Sahi bebekler ebeveynlerinin hayata yeniden başlama arzularının bir yansıması mıdır aslında?
Ve birgün hayalleriniz sizden en az iki kat uazaklaşmışken, hayaliniz kendi hayallerini yaşamak serüvenine çıktığında içine düştüğünüz yalnızlık ve hüzün aslında kendi hayatınızı hiç yaşamamış olduğunuzdan mıdır?
Bebeklerini belki de farketmeden kendi projelerine araç eden ebeveynler neden anlamazlar ki,  onlar sadece bir süreliğine hayattan ödünçtür kendilerine ve mutlak hayata geri dönerler hepimiz gibi..

1 Kasım 2011 Salı

Kendi Kendine Konuşmaktır Aşk

Doğru bildiklerimiz, öyle sandıklarımız ve böyle olmasını istiyorumlardan kurulu bir dünyada yaşarız aslında. Yani insan sayısı ve belki de daha fazla sayıda dünya vardır aslında. Kurgu akışa uygun yaşanırken, bir aksilik oluverirse ya da böyle olmasını istiyorum'lar gerçekleşemezse bir gün, bir bakarız burası başka bir dünyaya dönüşüvermiş. Aslında hayat tarafından değil, kendize söylediğimiz yalanlarca aldatılmış olduğumuzu anlayıveririz bazen. Kendimize karşı içten davranmakta zorlandığımızı..Güçlü olmakla, güçlü görünmeye çalışmak arasında akan nehirde boğulan ne çok insan vardır aslında. Ve niye bu insanlar, birilerinin gelip onları kurtarmaya çalışmasını bekler ki? Kendini kurtaramayan bir insan kaybolduğunun farkında bile değildir belki de! Sadece bir yere ait olmak istemezsek hiç bir yere mi ait oluruz?


Yanık

Bugüne kadar izlediğim en iyi tiyatro oyunlarından biri kesinlikle. Sessizliklerin gürültüye ve hatta çığlığa dönüştüğü bir senaryo.. Yeryüzünde yaşanan tüm savaşları yansıtabilmek amacıyla, metinde bir kez bile adını duyamayacağınız Lübnan İç Savaşı'ndan bir hikaye. Bir savaşta haklı olan yoktur diyebilmenin belki de en zarif yolu..

Hayatını okuyarak, yazarak ve ışık olmaya çalışarak anlamlı kılmaya çalışan cesur ve iradeli bir kadının etrafında dönen acı bir hikaye. Savaşlarda yaşanan milyarlarca hikayeden biri.. Biri olmasına rağmen en az herbiri kadar ve belki de hepsi kadar acı!

Yaşadıkları o denli acıydı ki birgün geldi ve sustu kadın. Tek bir kelime etmeden sessiz çığlıklar attı yıllar yılı. Sustu çünkü çocuklarına yaşattığı sessizlik ve sevgisizlik elinden gelenin en iyisiydi.

Bu düğüm düğüm hikaye ancak annelerinin ölümünden sonra aydınlanmaya başladı çocuklar için. Öğrendikçe nefretleri aşka, bilinmezleri anlama dönüştü.

Nefretten bahsediyordu, intikamdan..Ölümün ve şiddetin nefretle intikamdan beslendiğinden.. Bunun da bir oyun olduğundan..
"İki gün önce, milisler, kampların dışına çıkan üç genç mülteciyi idam etti. M
ilisler üç genci neden astı? Çünkü kamptan iki mülteci Kfar Samira köyünden bir kıza tecavüz edip öldürmüştü. Mülteciler kıza neden tecavüz etti? Çünkü milisler bir mülteci ailesini taşlamışlardı. Milisler onları neden taşladı? Çünkü mülteciler kekiklerin yetiştiği yamacın yakınındaki bir evi yakmıştıç Mülteciler evi neden yaktı? Açtıkları su kuyusunu tahrip eden milislerden intikam almak için. Milisler kuyuyu neden tahrip etti? Çünkü mülteciler, vahşi köpeklerin koşturduğu derenin yanındaki ekinleri yakmıştı. Mülteciler neden ekinleri yaktı? Bir sebebi vardır tabii, ama benim hafızam ancak bu kadar geriye gidebiliyor; daha öncesini hatırlayamıyorum ama hikaye sonsuza kaar böyle devam eder, gider; bir şey bir başka şeye sebep olur, öfkeden öfkeye, acıdan mateme, tecavüzden cinayete, zamanın başladığı yere kadar gider bu iş..."
Kız diyordu ki onlar annem babamı öldürdü, yanlarına mı bırakacağım bunu? Kadın diyordu ki bunun sonu nereye gider? Kan davalarının bir sonu var mıydı hakikaten? Bu halkanın bittiği bir yer biliyor musunuz? Ben bilmiyorum. Ama "birlikteyken güçlüyüz". 

İnsan olmanın ne demek olduğunu hissettirebilmenin bir yolu olmalı, bunu öğretebilmenin bir yolu.. Gerçek şu ki; seyirci kalanlar adsız ölür! Eğer farkındaysak, farkettirmek için çabalamayalım? Hayatın kan, intikam ve paranın ötesinde taşıdığı anlamları en azından bir kişiye gösterebilsek.. Amma velakin önce bir, sonra birlik olabilmek gerek! Kan ve intikamı önce kendi içimizde sona erdirmek gerek! Hiçbir savaşın kendi içimizdeki savaştan daha ağır olamayacağını bilerek ve cesurca!
Hiç bir bebek kötü doğar mı?

İçindeki çocuktan nefret eden yetişkinlerle, insan olmanın tadına bir kez bile bakmaktan yoksun insanlar; bu savaşlar sizlerin eseri! Bir de buna müsaade eden bizlerin!