23 Aralık 2011 Cuma

İlk İz'inden Farklılaşmaya Başladı Şimdilerde Dokunduklarındaki Yerin

Omzumuzda fotoğraf makineleriyle ilerliyoruz Beyoğlu'ndan Galata'ya inen yokuşta. Etrafımızda renk cümbüşü dükkanlar ben niye bir enstrüman çalmıyorum diye hayıflanıyor olabilirim sen gülümsüyorsun sadece. Sevdiğin anlar kaybolmasın diye zamana inadından fotoğraflar çekiyorsun ama bunu öyle bir huzurla yapıyorsun ki, sanırsın inadından geriye bir toz zerreciği bile kalmamış. Seni seyretmek o kadar hoşuma gidiyor ki, sen bana bakarken ben bedenimi sana bırakıp yukarılara doğru çıkıyorum biraz, seni her açıdan görebilmek ve hatta sana Galata'yı da dahil edebilmek için. Sen bir yandan bana masallar anlatıyorsun... Kendi gözlüklerim bedenimde kalmış olsa gerek, masalları ben anlatıyormuş gibi dinliyorum. Neden sonra farkediyorum anlattığın masallarda hep aradıkların, kabuklanmamış yaraların var. İnatçı tavrını takınıyorsun bir ara yine ama ben anlıyorum arkasındaki kırgınlığın nedenini. Sen masalının gerçekle imtihanından çok yoruldun. Kaçalım kanka diyordun, niye gitmiyoruz ki - Venedik'e gidelim, San Marco Meydanı'ndayken çok mutlu oluyorum ben. Gidelim diyorum. Bir tarih koymuyoruz, o an sadece sen mutlu ol istiyorum. Bir an eskiye gidiyorum hatta sanırım bizim en eskimize, o tiyatro sahnesine. Düşünüyorum ama benim için o zaman ki sen'i pek hatırlayamıyorum, tek hatırlayabildiğim korunaklı kalma çaban. Yanına iniyorum sonra yürümeye devam ediyoruz.
Bu sefer hayallerini anlatıyorsun, dinlerken seni fonda günışığından parlarken hayal ediyorum bende. Yorulduğunu biliyorum ya günışığını bilerek koydum oraya. Sıkışınca metaforlara sığındığımı itiraf ettim bu arada. Gerçeği yavan kelimelerle anlatınca iyice yetişkin hissetmeyelim diye. 
Aynı anda herşey olmaktan öte giderek daha çok sıfata sahip olmak zorunda kalmak yordu belki seni. İlk iz'inden farklılaşmaya başladı şimdilerde dokunduklarındaki yerin. Korkuyorsun bunu gördükçe oysa korkun küçüklüğünden. Sadece değişiyorsun sende diğer herkes ve herşey gibi. Değişirken sevdiğin aynılarını almana izin var aslında. Sadece yüklerinden kurtul diye yaşadığın bu zorluk. Farkettiğin anda rahatlayacaksın sende. Çünkü yarın da değişimin bir parçası ve bugünle değerlendirilemeyecek kadar geç. Bugün korkuyorsun bilmediğinden ama yarın korkunu unutup bir parçası olacaksın onun. Sen sadece sevdiğin aynılara özen göster bırak gerisi akıp gitsin ellerinden direnme. 
Zamanı ilk kez yıllara bölüp, biri eskidikçe diğerinin yeni olmasını sağlayan insanın amacı neydi sence hiç düşündün mü? Bir yeni yıl kavramı yaratıp metaforlaştırmaya neden gerek duymuş biri? O da senin gibi yorgunmuş çünkü,  kendine en değerlisinden bir hediye yapmış. Yepyeni ve pırıl pırıl kocaman bir umut ışığı armağan etmek istemiş kendine. Aynısını senin de yapacağın gibi. Evet belki gözünü açıp kapatıncaya kadar masal olmayacak dünyan ama sen yine de bunu umut edeceksin, her zaman ki gibi inatlaşacaksın zamanla. Aynen yapman gerektiği gibi. İyiliklerin seninle olacağına dair inancını hiç kaybetmeyeceksin çünkü şimdiye kadar farketmesen de inancını yitirirsen beni de kaybedeceksin. Çünkü inancını kaybedersen yol bitecek ve yol arkadaşın rolünden kovulacak. Çok zorlanırsan buna sosyal sorumluluk projesi der geçersin.
Şimdi masalını hayal et ve zihnindeki ilk anın fotoğrafını çek. Sonra onu senden alıp, tozlu pantalonumun cebine koyacağım. Her tökezleyişinde önüne koyacağım.  Böylece yol da, rol de bitmeyecek.

(Fon: Energy Flow, Ryuichi Sakamoto)

22 Aralık 2011 Perşembe

Mor'la Turuncu

Ayrı yollardan geliyorduk senle ben. Biz oluşumuza kadar ayrı yolları aynı yöne doğru yürüdük ta ki denize ulaşana kadar. İkimizde yorgunduk, bitkin ama huzurlu.Vuslata feda ettiğimiz onca şeye bakıyorum da değermiş.

... Ama yol bu neticesinde bitmez, duramazsın, yürümeye devam etmek zorundayız, zorundasın. Durmak artık olman demek, posa kalmak. Senden birşey daha olmaz demek. Kendi varlık mucizene ihanet etmen demek. Bu yüzden duramazsın, tekrar tekrar sorma. 
Nereye geldik deme, bilmiyorum. Aynı yerdeyiz ama aynı şekilde gelmedik ki. Ben bana benziyorum giderek, sen sana daha çok. Ama aynı yıldızın ışığıyla gidiyoruz, aynı yıldıza bizim yolculuğumuz. Bizim yıldızımız mavi sularda parlıyor, mercanlarla uyuyor o yüzden tek renk değil ışıltısı. Bizim yıldızımız bir renk cümbüşü. Gördüğümüz her rengi biziz aslında, senle ben. Ben kırmızıdan mavi tonlarım daha çok mor. Sense sarıdan kırmızı tonlardasın çokça turuncu.

Aslında yıldıza hiç varamayalım istiyorum biliyor musun? Biz yıldıza yaklaştıkça yıldız renklerinden azalacak çünkü ben biliyorum. Yıldız bizi kendileştirecek. Ben en çok biz turuncuyla mor olsun istiyorum. Ben'le biz çok iyi dost olsun. 




19 Aralık 2011 Pazartesi

Kaplumbağalar da Uçar

İzlerken bile paramparça olduğumuz filmlerin sahnelerini, suflelerini ezberleyerek değil, zorunda oldukları için yaşayarak tecrübe eden cesur dev çocuklar var. 
İnsanların arasına ayrık otu gibi konuvermiş sınır diplerinde, her yanı kapalı bir kutuda, ufacık deliklerden soluk almaya çalışan yine de dimdik ayakta.
Senaristlerin de hayal gücünün ötesinde kapkaranlık senaryolarda kabullenmişliğinden zoraki olgun çocuklar.
Uçamayacağını bilse de, uçamayışına isyanından yürekleri alev alev yanan.. Eninde sonunda kendi imkansızlıklarının denizinde ömrünü tamamlayan. Güçsüzlüğünden değil, aksine bunu yaşamak istemediğini bildiğinden cesurca ölüme atlayan..
Kaplumbağalar da uçar, imkansıza doğmuş çocukların anormal bir hayatı inadına normalize etmeye çalışırken nasıl çaresizlikle çırpındıklarının dehşet verici bir yansıması. Kurşunlardan kolyelerin bile beş dinara satıldığı ama çocukların mayın tarlalarında her saniye azraille göğüs göğüse dövüşecek kadar ucuz olduğu diyarlar. Aslında dünya üzerinde aynılığından acı veren pek çok yerden biri
Bu çocuklardan sadece biri gözlerimize baksa ve 'neden' diye sorsa boğazındaki yumruya rağmen yanıt verebilecek birileri çıkar mı içimizden?

Başkalarının Hikayesi mi O Sahiden?

Ben'den uzaklaşmanın en kolay yoludur başkaları. Bazen söyleyemediklerimizi dile getirmenin yoludur, bazen kendimize suçlamaların en gaddar savcısı.
Başkaları Ben'in varolma sebebidir çokları için. Kendi yargı sistemini kurgulamama kolaylığı sağlar insana, kolaya kaçışın en kolay halidir sadece. Başkaları olduğu sürece kendi gözlerine pek iş kalmaz, onlar olur gözün, onlar olur vicdanın.
Başkalarının ayak izlerine basa basa ilerlediğin sürece, Ben olma çabasına hiç gerek kalmaz. Sıradan bir akıntının sıradan bir parçası olur sürüklenirsin denize varacağını umduğun bir şekliyle.
Oysa ki denize varan yollar çığ tehlikesi olan tepelerle, çıplak ayak yürünen taşlı uçurumlardan geçer.
Başkalarının Ben yanılsaması denizden hep uzaklaştırır seni.
Bunu farkedince iyice televizyona verirsin kendini. Bu kez ben iyice kaybolur, sadece başkalarının hayatları kalır. Evlenir bu başkaları, kavga eder, hata yapar, küfreder. Ben'siz bir göz olursun sen, Ben'siz bir kulak. Sadece seyredersin. Bu kez ne deniz umudu var ne de suçlama ihtiyacı.

16 Aralık 2011 Cuma

Ağaçlar Ayakta Ölür

Hayat doğru bileşenlerden ve doğru oranlarda yapılmış bir karışımdan ibaret. 
Misal güneşin azı da çoğu da hasta ediyor. 
Doğal kaynakları kullanma adı altında sömürüyoruz ya, ya hepsini tüketiyoruz toptan ya da hiç olmadığı kadar tehlikeli bir canavara dönüşüyoruz. 
Bir yerde susuzluktan çatlayan toprakta köklerini hep daha derine uzatarak çırpınırcasına suyunu arayan ağaç, diğer yanda sellerde sürüklenerek ölüyor. 
Masallara esin olan Dünyamız'dan süper lüks bir mezarlık yaratıyoruz elbirliğiyle. 
Yaklaşık 5 yıl içinde gözünü para hırsı bürümüş insanların ülkeleri insafa gelip de anlaşamazsa sıcaklık artışı da kontrolden çıkacak ve iyileşme ihtimali hiç olmamışçasına yitip gidecek ellerimizden.
Çünkü kıyametten korkan aptal insanların gezegeni burası.
Kıyameti hergün kendi elleriyle yarattığından, aslında kıyamette yaşadığından habersiz.
Parçası olduğu doğayla tüm bağlarını koparıp atmış, bir yığın aptal.
Ağacın çiçeklenme ritüelinin tadından habersiz, suyun sesini duyamayan.
Ancak bağırırsa duyulur olacağını zanneden, nefes boşuklarında dahi olsa diğer sesleri duymaktan korktuğu için bağırırken ve daima kulaklarını hep tıkalı tutan. 
Onurlu bir yaşam tercihinden, belki de para etmiyor bahanesiyle cayan,
Aslında ölü olduğundan habersiz bir yığın fani!


12 Aralık 2011 Pazartesi

Bu Yazı Sizi de Bunaltabilir!

Neredeyse bir haftadır okuyamağım ama itinayla biriktirdiğim gazetelerimi sırayla okudum bugün satır satır. Okudukça sıkıldı içim, hafif bir sıkıntıydı önce öflemeyle idare edilebilen cinsten. Akşama doğru geldiğim noktada Birsen Tezer bile iyileştirmeye yetmedi beni. Boğuluyormuşçasına koştum pencereye, hava 8-10 derece. Sonra şöyle bir bakındım etrafıma ne vardı canım bu kadar dertlenecek. Çevremdeki insanların çoğu haftada sadece bir, Pazar günleri,  magazin gazetelerin magazin eklerini okurken sadece hemde.Cehalet erdemdir lafını hayatımın her evresinde yaşarım ben. Öğrendikçe mutsuz olsam da, öğrenmekten de geri duramam işte. İnadına yaşamak ya motto aynen böyle.

Durban İklim Değişikliği Zirvesi'nde UEA Başekonomisti 2017 yılına kadar uluslararası anlaşmalar yapılmazsa, küresel ısınmadaki artışı 2 derecenin altında tutma olasılığını tümüyle yitireceğimizi mi söylüyor? Boşverin tüm Dünya'nın üretime bundan da çok tüketime ihtiyacı var. Paramız olsun da iklimi, doğayı, dünyayı ne yapacağız ki!

Güngören Anadolu Lisesi'nde Cuma günleri erkek öğrenciler ders zilinin çalma zamanından 10 dakika erken mi bırakılıyorlarmış, namaza gitsinler diye? Ne olacak canım Cuma günlerini tatil yapalım zaten olsun bitsin Arap Dünyası'nda da öyle değil mi nasıl olsa?

İlköğretim'ler için Arapça zorunlu ders olarak kabul mü edilmiş? E ne güzel işte, çocuklar Arapça öğrensin, ileride de resmi dil olarak kabul ederiz. Öğrenmesi kolay, global olarak da geçerli bir dil neticesinde. Sosyal ve Fen Bilimleri alanlarındaki değerli yayınları takip edebilmiş de oluruz hem.

Arnold M. Ludwig, ABD Kentucky Üniversitesi'nin onursal psikiyatri profesörü'nün yazdığı; Dağın Kralı: Siyasal Liderliğin Doğası adlı kitapta Atatürk 20.yy'ın en büyük siyasi lideri olarak belirtilmiş. Nedenini şöyle açıklamış: Atatürk Türkiye'yi kurdu, yarattı. O zaman var olan Osmanlı İmparatorluğu'na son verdi. O yalnızca ülkenin kurucusu, yaratıcısı olmaka kalmadı; Türkiye'de derin bir toplumsal dönüşüm sağladı. Türkiye'ye demokrasiyi getirdi. Bir bakıma askeri tipte bir demokrasi ancak ne olursa olsun bir demokrasi. Tarihte din ve devlet işlerini ayıran ilklerden oldu. Gerçekte İslamiyet etkisinde bir ülke olmasına karşın, bazı tip haklara, özgürlüklere olanak tanıdı. Böylece her düzeyde , Atatürk inanılmaz bir etkiye sahipti ve başarısı olağanüstüydü.
Ama Karanlık çok çalışkandır demiştim daha önce de. Nasıl ilerlendiyse aynı yoldan gerisin geri götürüverir bizi.

Pencereden zumba dersinin müzik sesleri geliyor yine.



6 Aralık 2011 Salı

Birbiriyle Aldattığım İki Şehir

Biri geçmiştir, limon çiçeği kokulu bir okul yolu, her akşam eve 5 dakika daha geç gitmek için pazarlık ettiğin mahalle oyunu. Neden sadece Kurban Bayramı'ndan sonra annenin aşure yaptığı. Elektriklerin kesildiği hortumlu bir gecede anneannenin oyuncaklarla geldiği. Apartmanın girişinde evden çalınan en eski paspas üzerinde kurulan, dünyanın en güzel eviyle, çiçekten pişirdiğin yemekleri yiyen gelmiş geçmiş en önemli misafir. Niye seni dolaşmaya götürmeyen bir ağabey, teyzeler gitmesin ay dolunay olmasın ne olur günler. Çok mızmızlanırsan tabağındakileri bitirmeden kalkmana kızsada izin veren baba. Sonra bir sürü kitap.. Hep andımızı neden okuyan ben? Almanya'dan gelen Kinder'imin içinde Türkiye'dekilerden hiç çıkmayan Minnie. Yılda bir kere karanlıklar nerede kaldı otobüs yolculukları, çizgi filmlerimi orada nasıl izleyeceğim diye sızlanırken teknolojiden hiç anlamayışlığım..Her gidişimde mutlaka ufak ama geçici bir acaba hissi veren şehir Antalya.

Diğeri şimdiki ve gelecek zaman kipim. Bir kez tadınca mazoşist bir aşkla meftun olduğum. Dilek'le tıkanık lavabo borularıyla, karlanan buzluğa karşı açtığımız savaş. Aslan bakkal, seyyar satıcılar ve Ruslar'la dolu Beyazıd. Bıcırdamak. Keşfetmek. Pamuk'la şekerfare. Kirli havada dahi olsa nefes alabilmek. Galata Kulesi'nde bir kayıp ruh. Gypsy Kings ve entellektüel dedikodular. Çetin bir kendine yolculuk. Ufak zaferlerle yaşadığın kanatlanma hissi. Bitmesin bir serüven. Çok kızsam da vazgeçemediğim İstanbul.

Sirkler, Palyaçolar ve Maskeler

Komik bulup eğlenmesini beklediğimiz bebekler hep ağlar Palyaço görünce. Tumturaklı bir kostüm, kırmızı kocaman bir burunla, Joker'i andıran bir ağız neden güldürür peki yetişkinleri? Etiketsiz ve toplum ne der'siz bir karakterdir bir palyaço nihayetinde. Islanır, düşer, şaşırır. Islanmakta ya da düşmekte bir sakınca görmez, bilmediği şeylere şaşırır, biliyormuşçasına rol yapmaz kendine. Olduğu gibidir, komik gelir bize bu rol yapmayan rolü. Çünkü yetişkinler Oscar'lık film titizliğinde yaşar hayatı. Her duruma uygun bir kalıp vardır dolapta, içinden geldiğince yaşamak delilik.. İlle de kurallar vardır kalıbı dolduran. Hayat en basit ve en genel geçer haliyle tanımlandığı gibi yaşanır; doğar, büyür ve ölürsün neticesinde. Gerisi yoldan ibaret. Hayatı en dürüstçe yaşayanlar palyaçolardır. Bebekler palyaçoları görünce ebeveynlerine bakarak ağlarlar.

Aydınlık En Zorudur

Aydınlık ve karanlık, iyiyle kötü benzetmelerine alet olan ikili. Başkaca Aydınlık huzurdur, Karanlık mutsuzluk kimilerince. Aydınlık ve Karanlık birbirinden beslenir, biri olmadan diğeri sürdüremez varlığını. Karanlığı da tercih edenler var, Aydınlığı tercih edenlerden daha çok görünüyorlar neredeyse son çok yıldır. Aydınlık zordur emek ister, Aydınlığı karartmaya kalın koyu renk bir perde yeterken, karanlığı aydınlatmak için ağlar kurulur, yatırımlar yapılır karşılığında da sürekli bir bedel ödenir. Zordur Aydınlıkta yaşamak, boşuna değil masallarda bile iyi olan fakir ama onurlu oluşu.
Karanlık da bir tercihdir en çok iç sese sağır bir yürek gerektirir, kendine söyleyebileceğin kocaman yalanlar ve gücünü üzerinde kanıtlayabilmen için başkaları. İçindeki sesi inandıramayacağın yeni inandıkların olur. O yüzden sağır ama güçlüyüm yanılgısı yaratır insanda. 
Karanlıkta kadının adı da olmaz, kolaylıkla yeri doldurulabilen, mahremiyeti tek tip giysiler giyen, bir canlıdır sadece. Karanlık yalnız erkeklere ad verir, erkekten oluşan bir güruh volta atar tarihin parça parça solan geleceğinde. 
Aydınlık en zorudur. Zor çokların en az sevdiği. İster ki erkek ve kadın, kadın ve erkek yekpare olabilsin. Karanlık farsa benzer, kadınsız ve inceliksiz. 
Aydınlığa kocaman bir adımdır 5 Aralık 1934. Karanlığın en ezeli düşmanının hediyesidir Türk kadınlarına. Onun kadın edilgenliğine son veriş arzusudur.
Yazının bundan sonrası kelimelerin bile varolmak istemediği karanlığa dönüşmeme çabasıdır.

4 Aralık 2011 Pazar

3 Aralık Dünya Engelliler Günü

İngilizce'de 'disabled' şeklinde kullanılan kelimenin, her nasılsa dilimizde 'özürlü' olarak kullanılması utanç verici. Çevirinin yanlışlığı bir yana özündeki cehaleti ve çirkinliği göstermesi açısından da yuhalanmayı hakediyor. Yakın zamanda izlediğimiz Türkiye manzaralarından bazıları gösterdi ki bu topraklarda tabelalar, adlar çok önemli. Bu nedenle bazı kışlaların adı değiştirilirken, bazı köylere de eski adları geri veriliyor. Öyleyse bu ülkenin devletten sorumlu bakanı 3 Aralık adına düzenlenen panelin adının 'Avrupa Birliği ve Özürlüler' konmasına nasıl karşı çıkmıyor? Ve nasıl tüm konuşması boyunca engelli insanlardan 'özürlüler' olarak bahsedebiliyor? Bu kişi/kişiler devletle ilgili diğer konularda da aynı hassasiyet davranıyorsa diye endişeleniyorum.
Türkiye Dil Derneği ve Edebiyatçılar Derneği kurucularından olan Ali Püsküllüoğlu'nun Türkçe Sözlüğü'nde özürlü kelimesi; bozukluğu, eksikliği, ve kusuru olan olarak tanımlanmış. İnsanlara fiziksel bir takım engelleri olduğu için bozuk ve eksik muamelesi yapılması hiçbir insan hakları kitabında yer bulamaz. Toplumun tamamının yararına hareket etmekle yükümlü seçilmiş vatandaşların görevlerini yaparken kime, ne için ve ne ile hizmet ettiklerini biliyor olmaları çok temel bir gereklilik.

Şafak Pavey'in meclis konuşmasında tepkisizlik karşısında hissettiği kızgınlıktan olsa gerek, konuşma boyunca dilinin sürçmesi. İmzalansa da uygulanmayan uluslararası sözleşmeler bu insanların umudunu daha da azaltıyor. Engelli olan insanlardan ailesinin gücü yetenlerin kısmen de olsa sosyal hayata katılabilmeleri mümkün olsa da bahsi geçen 8,5 milyon insan evlerinden dışarı çıkamıyor maalesef. Çünkü sokaklar, kaldırımlar, toplu taşıma sosyal fizik hayatın hiçbir kısmı onlar düşünülerek tasarlanmamış. 10 yılda 10 kez kaldırımları, sokakları söküp yeniden yaptırıyoruz birilerine iş çıksın diye ama bir tanesinde, her nasılsa işin projesinin içinde engelli insanlara yönelik projeler yer almıyor. Bu şartlar altında bana toplumun %12,29'u değil asıl geri kalanının sağlık tetkikine ihtiyacı varmış gibi geliyor. 

Nasıl ki devlet, vatandaşlarından topladığı vergilerle oluşturduğu fonlarla yaşlılara, sağlık ve eğitim ve daha birçok hizmetten yoksun insanlara hizmet götürmekle yükümlü, engelli vatandaşlar için yapılan düzenlemelerin de lutüf değil, zorunluluk olduğunun acilen idrak edilmesi gerekiyor.



Çaba

İnsanın üstünlük mücadelesi sınır tanımıyor. Yasalarla yasak getirsen de yetmiyor. Çünkü yasa da yetmiyor tek başına, inanışın değişmesi gerek. Bir grup insanın doğru bildiği şeylere sırt çevirmesi kolay değil elbet, eğitimle ilmek ilmek öğretmek- göstermek gerek beyinlere sevginin, eşitliğin, adaletin, hoşgörünün, yardımseverliğin ne demek olduğunu. Bir umut ekmek, belki filizlenir diye çabalamak gerek. Çünkü kimse farkında değil farklı senaryolarda da olsa herkesin aynı olduğunun, aynı yollardan geçtiğinin.. Etiketlerle farklılaşma çabası en çok da parayla. Kendi masalının kahramanı olmak dururken başkalarının kralı olmaya heveslenen zavallı insanlar var her yerde. Cehalet parayla yıkansa da cehaletliğinden eksilmiyor maalesef. Bu nedenle Hindistan'da hala kast vahşetleri yaşanıyor. Üst kasttan bir aile, çocuklarıyla adaş diye alt kasttan bir çocuğu öldürebiliyor hala. Niraj Kumar sırf kendinden zengin birinin adını taşıyor diye tarlada öldürülüveriyor karanlık, sessiz bir akşamda. Arkadaşının evinde televizyon seyredebileceği için heveslenip hızlı adımlarla, kestirmeden oraya varmaya çalışırken.


Küçük Askere Neden Ad Verilmez

Feodalizm denen düzen hiç kurulmasaydı bugün daha az mı problemimiz olurdu acaba? Süzeren ve vassal kelimelerinin kullanılmasından çok önce, güç kavramının peşisıra gelişmişti ezmek ve ezilmek ama en azından sosyal değerler sistemine bu kadar dahil olmamıştı sanki. Töre ve namus kelimelerinin hayat bulması, bireyin, en çok da kadının metalaşması zihniyeti bu kadar pervasız bir yayılma gösterir miydi yinede? Ahlak kavramının en temel kavramlarından hariç ne varsa çağın ekonomik sistemine uyum sağlamasında bu düzenin de parmağı olduğu şüphesiz.

Günümüzde katillerin pek çoğunun kendini suçlu görmeyişi, inandıkları değerler uğruna- değerlerini korumak adına cinayet işlemelerinden dolayı bilakis haklı bir eylem gerçekleştirdiklerine inanmaları korkunç olmaktan ziyade üzücüdür de. Yıllar önce yapılan bir işbölümünün kadını yararsız/ önemsiz olarak etiketlemesi neticesinde, kadının yaptığı onca şeye rağmen kontrol altında tutulmaya çalışılması çabası sırf kadınları değil, erkekleri de mahvetmektedir aslında. Kadın birey olmak isteğini, özgürleşme çabasını her yaşatmaya çalıştığında bir darbe almaktadır. Dünya üzerinde öldürülen kadınların neredeyse  %70'inin eşleri&sevgilileri tarafından katledilmesi sistemin tamamına, hatta aşk ve evlilik kültürüne bir eleştiri getirmelidir bence. Düğünleri kutlama değil de kadın aidiyetinin ifşa edilmesi olarak gören bu zihniyet, şiddet gören kadınların, diğer aile bireylerince 'geçer, suyuna git azcık' diye avutulmaktan öte, katledilmesini engellemek için hiç bir çaba sarf etmemektedir.

Küçücük bir erkek bebeğe dayatılan kız kardeşini koruma, sahiplenme sorumlulukları şüphesiz ilerleyen dönemlerde bu erkeklere kadınları kontrol etme hakkı da sağlamaktadır. Hatta bu sorumluluklar erkek egosunun bir besini haline gelmekte, bu yanı güçsüz olan erkekler toplum tarafından dışlanabilmektedir. Erkek dijital bir zihinle çalışan makine haline dönüşüp hayatı 0 ve 1 lerle yorumlayıp, gri tonlarının varlığından bile haberdar olamamaktadır. Empati yeteneği zaten hiç gelişememiştir. Küçük asker hayatı boyunca tüfeğine bakıp, askere giderken, küçük Ayşe bebeğine bakıp, ona ninni söylemek zorunda bırakılmıştır. Küçük Ayşe büyüyüp de azıcık evinin kapısını aralayıp, özgürlük solumak istediğinde, hiç büyüyemeyen adsız asker bunu bir savaş zannedip tüfeğini kapar, doğrultur artık büyüyüp boyun eğmek istemeyen Ayşe'ye. Yani küçük asker görevini yapıp cezalandırır bundan sonra varolamayacak Ayşe'yi.

Acıdır ki günümüz muhafazar düşüncesi de kadın itaat etsin istiyor. Kadına da, erkeğe de birey olma yolunu açtığı için Atatürk'ten nefret ediyor ve onu kalplerle, beyinlerden silebilmek için cadı avına benzer saldırılar düzenleyip duruyor. Kimse bu gidiş nereye demiyor. Diyenler zaten hakkında hüküm verilmese de binlerce gündür karanlıkta.






Vazgeçemezsen Olamayacak!

Ait olduğun bir yerde, ait olmadığın bir zamanda aslında..
Orada olmak düşüncesi.. O anı yaşamak. 
O muydu istediğin? 'Evet o' deyip, defalarca sıradan alışkanlıklara yenildiğin. 
Onu seçmek herşeyden vazgeçmek demek değil mi? Değer mi? 
Ya da orasının aslında o yer olduğuna emin misin? 
Ait olma duygusu evrenden bağımsızdır belki.
İşte o ses.. başladı yine. 
İçinde, en derinlerinde duyduğun, heyecandan delirecek gibi olduğun..
Herşeyden vazgeçmek gerekiyordu bazen.
Fizik dünyada bir yansıması var mı oranın? 
Vazgeçmen lazım herşeyden tam olabilmek için. Vazgeçemezsen olamayacak! 
Heyecandan bir parmağın ağzında, dudaklarını kemirmek..
Ve yine o ses!
Ve yine kanatlanma vakti!
Söylemeyin artık!
Şimdi burdan kanatlansan ve o hep hayal ettiğin yerlere gitsen.. 
Nerede biliyor musun sahiden? Öğreneceksin sen de! Gidebilecek misin? 
Baktığında gördüğün yer orası değil. Başka bir yer, başka bir zaman. Belki de zamansızlık.. 
İki palmasın üçüncüsü içinde yankılanıyor, kendinde kayboluyorsun.. Ve sonra bir bakıyorsun yine burdasın, yine sorular, yüzlerce.. ama yok ki cesaretin,
Ve yine o ses!
Sonsuzlukta kaybolmak,
Sen ordayken zaman dursun istiyorsun, tam da bu anda!
Sözün bittiği yer burası sana, öncesi yok, sonrası yok..
Sarhoş bir huzur içinde salınıyorsun göklerde.. kimse yok!
Sonra düşüyorsun aniden.. Çünkü cesaretin yok.. İstemiyorsun belki de o kadar çok?
Hayır, istiyorsun işte!
Baksana içine, baksana fırtınaya..
Hangi rüzgar sarsabilir ki seni bu kadar aslında? Ne heyecanlandırıyor ki başka?
Tutkuyla bağlandığın başka ne var ki?
Sahi kötü müdür tutkular? Yani zarar verebilir mi sana?
Bilmiyorsun işte, bilmeden korkuyorsun sadece.
Yanlış yerde ve yanlış bir zamanda olduğun hissi terketmeyecek ki hiç seni! Ağır geliyor bazen değil mi?
Kafanı yaslıyorsun koltuğa,
Ve yine o ses!!!