2 Mart 2012 Cuma

Bir Varmış Bir Yokmuş, Sermaye Cehalet Peşinde Koşar Dururmuş

Bugün bir yazı yerine bir masal yazmak istedim. Belki de yetişkinlere masallar serisinin ilki olacak bu.

 …Günlerden bir gün, anlamların anlamını yitirdiği, kahkaların yerini buruk ve yamuk ağız gülüşlere bıraktığı, kelamın bol, emirlerin bir yerden geldiği, safsatayla çorbanın başlangıç olarak yendiği, hesabın kimseye kesilmediği yakın diyarlardan birinde çirkin mi çirkin bir kral yaşarmış. Kralın dalkavukları bile yüzüne bakmaktan imtina edermiş; ondan ölesiye korkarken, saklı köşelerde onunla dalga geçmekten de kendilerini alamazlarmış. Öyle ya kral bu, bir insanın bu dünyada sahip olmak isteyebileceği herşeye sahipmiş ama kimse yüzüne bakmak istemiyormuş. Dedikoduya göre kralın yüzünü gören cariyeler 3 gün, 3 gece yemek içmekten kesilir, uyku uyuyamaz olurmuş. Bu yüzden harem ağaları kral ya aynı kızı tekrar isterse diye endişeden en fazla 3 yıl yaşarmış. Ama neticesinde kral bu, küçük iletişim ağı insanı. Sosyal medya diye birşey bilmediğinden hakkındaki dedikoduların günden güne globalleştiğinden bihaber geceleri rahat uykular uyurmuş.

Kral bir gün, insanların zayıf noktalarını bularak buralardan saldırıya geçen, bu saldırıları da silah adı altında tanımlı konvansiyonel araçlarla yapmadığı için, hiçbir zaman öldürme ya da yaralama suçundan dava edilegelmemiş bir grup insanın ağına düşmüş. Bu adamlara Sermaye sözcüleri deniyormuş. Kralın zayıf yanı çirkinliğiymiş, Sermaye sözcüleri de bunu öğrenir öğrenmez planlarını yapıp, jetlerine atlayıp yola çıkmışlar ki; binmeleriyle inmeleri bir olmuş. Bir de bakmışlar karşılarında kral. Başına geleceklerden habersiz zavallı kral, geleceğe dönüş filminin ekibimi bunlar diye kaşları havada, kafasında düşünce baloncuklarıyla aklına gelenlerle renkten renge girmeye devam ederken malum adamlar söze girmiş. ‘Haşmetli kral hazretleri; ününüzü, zenginliğinizi çok uzak diyarlardan işittik. Kabul ederseniz sizlere iş ortaklığı önermek isteriz’ demiş sözcüleri. Kral upuzun kırlaşmış sakallarını önce yukarıdan aşağı, sonra sağdan sola sıvazlayıp adamlara kaşlarını hiç indirmeden yanıt vermiş: ‘Bana, bende olmayan hiçbirşey sunamazsınız, sizinle ne diye iş yapacakmışım’ deyip kocaman bir kahkaha atmış. Sermaye sözcüleri, bu soruya hazırlıklı olmanın verdiği güvenle, hiç istiflerini bozmadan sözcülerine bakmışlar hep birlikte, hepsi içinden merak etme biz sana ihtiyaç yaratırız kral efendi diyorlarmış. Sözcü lafa girmiş: ‘Kralım Allah pek tabi herkese kendine yakışan hatlar vermiştir lakin, bazen sosyal beğeniler bu duruma aykırı gelişebilir, eee nasıl desem, görüyorum ki sizin çok güzel bir yüzünüz var lakin, sosyal medyada cariyelerinizin yaşadıklarından bahsedildiğine tanık olduk’ demiş. Kral o anda sinirden kıpkırmızı kesilip kükreyerek yerinden kalkmış ve adamlarına tez bana sosyal medyayı getirin buyurmuş. Kralın adamları hayatlarında ilk kez duydukları bu yabancıyı nerden bulacaklarını düşünedursunlar, sözcü hemen tekrar lafa girip: ‘Kralların kralı, saygıdeğer kral, bizimle çalışmayı kabul ederseniz sizi baştan yaratabiliriz.’ demiş. Kral içinde bulunuğu öfke denizinin ötesinden bir an güneşi görür gibi olmuş. Duyduklarına inanamamış, yakışıklı bir adam olabilmek için tüm çil altınlarını, kölelerini, tarlalarını ve hatta saraylarını vermeye hazırmış nicedir. Sözü uzatmadan kendi adamlarının şaşkın ama rahatlamış bakışları altında Sermaye sözcüleriyle iş yapmayı kabul etmiş. Kral hayallerinin gerçek olabileceği olasılığının verdiği heyecanla sarhoş bir gülümseme takınıp tahtına geri oturmuş lakin  adamların önereceği işi sormak aklına bile gelmemiş.  Kral bir adamını, Sermaye sözcülerinin istediği herşeyi vermesi için görevlendirip, yakışlı bir insana döneceği günün hayallerini kurarak, sihri yapacak büyücüyü beklemeye başlamış.

Kralımız küçük yer insanı ya; globalleşmeden, küresel ısınmadan, nesli tükenen hayvanlardan, eriyen buzullardan, delinen ozon tabasından, hapislerdeki demokrasi savaşçılarından, koca dayağıyla öldürülen kadınlardan, Ortadoğu’da yaşanlardan, Güney Afrika’daki kıtlıktan, enerji santrallerinin yarattığı kirlenmeden, kanserojen katkı maddelerinden, yüksek dozda radyasyon yayan baz istasyonlarından, bunlar gibi pek çok şeyden ve hatta GDO’lu tarımdan bihabermiş.

Sermaye sözcüleri kralla kaldıkça, onunla sohbet etmeye doyamıyor, kralın cahilliğinden aldıkları keyifle kah havalara uçuyor, kah mercanlara dalıyorlarmış. Kendilerine en çok fayda sağlayabilecek iş kollarının Kral topraklarına kuracakları termik ve nükleer enerji santralleri ve santral kurmaya elverişli olmayan yerlere de ekecekleri GDO’lu tohumlar olduğuna karar verip, diğer seçeneklerden vazgeçmenin verdiği doyumsuz hoşnutsuzlukla işlerine koyulmuşlar. Kralın toprakları dünya üzerinde aklı olan hiçbir insan topluluğunun kabul etmeyeceği nükleer ve termik santral yapımına çok uygunmuş. Bir kere halkın bunların ne olduğuna dair hiçbir fikri olmadığı gibi, ne olmadığına dair de fikri yokmuş, kralımız en doğruyu buyurur diye düşündüklerinden hiç bir kaygıları bulunmuyormuş. Dünya üzerindeki aktivistlerden, okur yazar ve pek tabi ki araştırmacılardan bir haber olduklarından, işleri durdurmaya yönelik hiç bir eylemde bulunma ihtimalleri de yokmuş.  Halkın tepkileri Sermaye sözcülerini korkutmaktaymış çünkü Türkiye ülkesinde 1990 yılında 60 km’lik bir insan zinciri oluşturmak suretiyle Aliağa’nın Gencelli köyüne kurulması planlanan termik santral  Bakanlık kararıyla iptal edilmiş ve bu karar halkın örgütlü tepkisi neticesinde alınması sebebiyle çevrecilerin ilk resmi zaferi ve Sermaye adamlarının korkulu rüyası olagelmiş. Bu nedenle Sermaye sözcüleri bu enerji tesislerinden gelecek enerjiyi ballandıra ballandıra anlatıp, iyice göz boyamaya çalışmak zorunda kalmışlar. Demişler ki; ‘Artık topraklarınızı gelen enerjiyle çalışan sistemler sulayacak, bizim getirdiğimiz makinalar çapalayacak siz sadece ayaklarınızı uzatıp keyif çatacaksınız’. Masum köylü mutluluktan duyduklarına inanamaz olmuş. Sonra tabi GDO’lu tohumlar çıkarılmış ortaya. GDO’lu tohum kendi türünden ya da kendi türünün dışındaki bir canlıdan gen aktarılarak bazı özellikleri değiştirilmiş tohumlara deniyormuş. Tüm insanoğlunun ortak malı olan tohumların genetik yapılarının değiştirilip  sermaye sözcülerince tescil ettirilmesi direk olarak insanlığın geleceğini tehdit etmekteymiş ama iletişim ağının gelişmiş olduğu Dünya’nın diğer taraflarında bile bundan yine çok az insanın haberi varmış. Hatta Sermaye sözcüleri yaptıkları işi meşrulaştırmak adına dünya nüfusunun hızla arttığını,  bu nedenle önümüzdeki yıllarda gıdaların yetersiz kalacağı, bu nedenle de GDO uygulamalarının kaçınılmaz olduğu yalanlarını savurmaktalarmış. Oysa uluslararası sivil toplum kuruluşu OXFAM 13 Şubat’ta yayınladığı bir raporla yoksulluğun sona erdirilmesinin, doğal kaynaklara ilave yük getirmeden, bazı hususların revize edilmesiyle gerçekleştirilebileceğini basbas bağırıyormuş. OXFAM diyormuş ki; ‘Çevresel bozulma ve insani yoksunluk hususlarını birlikte ele almak gerekir. Çünkü açlık, eşitsizlik, sağlık sorunları gibi sosyal sınırlarla, iklim değişikliği ve biyoçeşitliliğin kaybı gibi Dünya ve çevreye ilişkin sınırlar birbirinden ayrılamaz. Dünya nüfusunun %13’ü açlıkla karşıkarşıya ve bu insanlar için gerekli kalori küresel gıda arzının sadece %1’i ile karşılanabilir. Dünya nüfusunun %19’u elektrikten yoksun ve küresel CO2 emisyonlarını %1’in altında artırarak buralara enerji sağlanabilir. Ve yine Dünya nüfusunun günde 1,25$’ın altında gelire sahip olan kesimi olan %21’inin yoksulluğunu önlemek, küresel gelirin sadece %0,2’siyle mümkün.’ Tüm bunlardan haberdar olan azınlık kesim biliyormuş ki Dünya üzerindeki asıl çevresel baskıyı oluşturan aşağı yukarı toplam nüfusun %10’una karşılık gelen Sermaye sözcülerinin aşırı kaynak kullanımı ve bu adamların sürdürülemez yaşam biçimini taklit eden küresel orta sınıfın beklenti ve talepleriymiş.[i] Yani asıl sorun üretim değil, paylaşım sorunuymuş. Oxfam sesini duyurmak için bağrınadursun, Sermaye sözcüleri masum köylüye demiş ki; ‘Biz bu tohumları ve ilaçları bir güzel okutup üflettik. Bunları kullanırsanız ekinlerin yanına ne yabani ot gelecek ne de böcek; artık gübreye de ilaca da gerek kalmayacak’. Köylü de ne yapsın,  neşe içinde olanları seyretmeye koyulmuş. ‘Cennet bu olsa gerek, biz ne şanşlı bir halkız, Kralımız çok yaşa!’ diye düşünüp durmuş. E tabi, Masum köylünün aklına mı gelir, bir kere bu tohum kullanılınca artık topraklarda o tohumdan başka birşeyle ürün yetişmeyeceği, değil otun bu topraklarda karınca bile bitmeyeceği.

Gel zaman git zaman, santrallerin inşası bitmiş, enerji üretimi başlamış, tarlalara sulama sistemleri kurulmuş. İlk mısırlar ve domatesler gün gibi güneş gibi doğmaya başlamış. Onlar büyüdükçe köylünün yüzündeki gülümseme de giderek büyüyor, kralın sabırsızlığı da artıyormuş. Domatesler tornadan çıkmış gibi yusyuvarlak ve kıpkırmızı, mısırlar sapsarı sütlü sütlü ve tonlarca. Köylüde ne gam kalmış ne keder. Bu ne muhteşem bir büyüymüş.

Ama günler günleri kovalarken termik santralin bacasından çıkan kükürtdioksit ve azot oksitler bitkileri once sarartmaya sonra öldürmeye başlamış. Yağış ve bağıl nem fazlalılığı topraktaki asitleşmeyi artırmış, böylece mikrobiyolojik etkinliğin direncini azaltmış, hal böyle olunca da zararlı mantarlar ve böcekler bitki örtüsünü günden güne yok etmeye başlamış. Sağlığa ve doğaya zararlı radyoaktif atıklar rüzgar ve yağışla etrafa dağıldıkları yetmezmiş gibi sinsice yol alıp yer altı suyunu da kirletmiş. Bunlardan Kral da köylüler de bihabermiş.

Günler rahatlığın ve neşenin kollarında akıp geçerken öyle bir zaman gelmiş ki köyde sebepsiz yere hastalanmaya başlamış insanlar. Bir anda yemeden içmeden kesilen, elden ayaktan düşen kadınlar, erkekler, çocuklar ve yaşlılar. Bilenler biliyormuş ki bu insanlar en çok solunum yolu, kalp, cilt ve gelişim bozukluğu hastalıklarıyla yüzleşmek durumda kalıyorlarmış. Kral bu işe bir anlam verememekteymiş çünkü Türkiye adındaki bir ülkenin Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker, 2011 yılının Aralık ayında yaptığı açıklamada GDO’lu mısırın yemlerde kullanılmasına ilişkin “Zarar verirse hayvana verir buradan besine asla geçmez. GDO’nun ete, süte ve yumurtaya geçtiğini kanıtlayan bir tane bile bilimsel çalışma, veri yok” buyuruyormuş[ii]. Ancak her nasılsa, yine aynı ülkenin Biyo Güvenlik Kurulu “Literatür incelendiğinde bazı araştırmalar transjening genetiği değişmiş DNA’nın memelilerin bağırsaklarında sindirilemeyeceğini gösterirken son zamanlarda yapılan bazı araştırmalar besinler yoluyla alınan transjening DNA’ların sindirim sisteminde sindirilmediğini, hücrelere kadar taşınabileceğini göstermiştir.’ demiş. Saf kralımız ne yapsın bunları kazara duyunca kararsız kalmış ve tüm cehaletiyle, zenginliklerini ve refahlarını kıskanan insanların nazarlarının değdiğine inanmaya başlamış. Hekim başılar hastalara yetişemez olmuş. Köyün üzerindeki güneş sisten ve hava kirliliğinden görünmez olmuş, sular atıklarla dolmuş. Köyde durum günden güne kötüleşmiş. Kral hala gidişata bir dur demiyor kendi havucuna sıra gelmesini sabırsızlıkla bekliyormuş.

Günler günleri kovalarken, onu çok yakışıklı yapacak büyünün yapılmasını beklerken, kral da kanserin pençesinde kıvranmaya başlamış. Ölüm döşeğinde Sermaye sözcülerine etmediği laf kalmamış. Kendini aldatılmış ve kandırılmış hissediyor, elindekilerle yetinmemesi yüzünden masum köylülerin günahına girdiğini düşündükçe vicdan azabıyla doluyor ve yattığı yerde sinir krizleri geçiriyormuş.  Sermaye sözcüleri kralın ölmesine birkaç saat kala yanına gelip aslında kendilerinin de genetiği ile oynandığını üstüne etik duygularının yerine para hırsının implant edildiğini ve bunu anlamadığı için kralın sadece çirkin olmakla kalmayıp çok da aptal olduğunu yüzüne vurup, kapıyı çarpıp çıkmışlar. Ne de olsa kaybedecek vakit yok, cahil diyarlarda kazanacak para çokmuş.

Kralın ülkesindeki bu masal mutsuz bitmiş bitmesine ama Dünya’nın geri kalanı sosyal medya sayesinde asıl sorunun cehalet sorunu olduğunu anlamış ve aynı tuzaklara düşmemiş. Sermaye sözcüleri cehalet bulma peşinde sonsuza kadar dolaşıp durmuş.

Bu bir masal olduğu için Dünya’nın geri kalanı Sermaye sözcüleriyle başedebilmeyi başarmış ama bu yazı masal değil gerçek olsaymış kimse sonunu duymak istemezmiş. Sonunu duymak istemeyenlerin hepsi o sırada İspanya’da yapılan Uluslararası Kafes Kuşları Şampiyonasını izliyor ve mesaisini Dünya’nın en güzel kafes kuşlarını seçmek için harcıyormuş.



[i] Cumhuriyet Sürdürülebilir Yaşam Eki, Nihan Gürdenli, Doğayı Bozmadan yoksullukla mücadele mümkün..,28/02/2012
[ii] Habertürk, 27/11/2011