Kanada’lı yazar Eugene Stickland’ın,
Shakespeare’in Romeo ve Juliet, Hamlet ve Macbeth’den sonra en çok bilinen tragedyası olan Kral Lear adlı
yapıtından esinlenerek kaleme aldığı oyun, Yıldız Kenter’in elinde sanki
kendini bulmuş. Diğer tragedyalarının aksine Shakespeare Kral Lear oyununun
sonuna-catharsis’ten sonra- herhangi bir olumlama koymamış. Stickland bu
farktan hareket ederek, oyunun sahneleniş hikayesine bir olumlama yerleştirerek
adeta tragedyayı tamamlamış.
Oyunda üç karakter var; 80’lerinde tecrübeli
bir oyuncu olan Jane (Yıldız Kenter), Jane’e ezber
konusunda yardım eden liseli kız Heather (Sedef Şahin) ve oyunun en ilginç
karakteri olan çellist (Feride Berin Varol). Jane, erkek egemen sisteme karşı tepki niteliğinde
hazırlanan bir projenin en önemli oyuncusu konumunda. Bu proje erkeklerin ön
planda olduğu Kral Lear oyununu a’dan z’ye kadınlardan oluşan bir ekiple
sahneleyerek eşitsiz ve alışılageldik güç dağılımını sorguya açmak. Heather yaşı
genç, alışılmışlıkları az olmasına rağmen anlamakta güçlük
çekiyor bir kral rolünün bir kadın tarafından canlandırılmasının
gerekçesini. Jane ve Heather’in
prova yapma sebebiyle bir araya gelişleri oyunun fonda olduğu ama hareket
noktasından oldukça farklı yerlere giden bir yolculuğa çıkarıyor izleyenleri.
Stickland adeta ‘I know what it is to be old but you don’t know what it is to
be young’ sözlerinden hareketle biri genç, diğeri yaşlı iki kadın arasındaki
çatışmadan, sevgi ve sıcaklık dolu, enerji ve umut yüklü bir final yaşatıyor
bizlere. Heather Jane’e yılmamayı, hayata umutla bakmayı ve neşeli olmayı
hatırlatırken; Jane Heather’a insani yanın inceliklerini ve hassasiyetlerini
öğretiyor. Jane başarılı tiyatro hayatının da kendisiyle birlikte yaşlanmış
olduğunu görmekten korktuğu için provanın sonlarına doğru gelgitler yaşasa da
Heather’in yardımıyla bu krizi atlatıyor. Heather ise kelimelerin fark yarattığını
duyuyor ilk kez Jane’den ve söylediği şeylerden sorumlu olduğunu.. Çellist ise
bazen Antik Yunan oyunlarındaki korobaşı bazense Jane’in olmak istediği diğer
ben’i (alter ego) temsil ederek bir müzik ziyafetinden çok daha fazlasını
sunuyor bizlere. Ama Jane’in beyin kıvrımlarındaki endişeleri ve kuruntuları seslendirdiği
zamanlarda kulaklarda yarattığı rahatsızlığın başarısını da ayrıca vurgulamak
gerek.
Yıldız Kenter Jane rolünde detayları o kadar
ustaca işlemiş ki oyunu izlerken olduğu gibi davranıyor, kendini mi
canlandırıyor yoksa sahiden bir karakteri mi oynuyor ayırt etmek gerçekten çok
zor.
Dekor tasarımı Osman Şengezer’e ait sade ve
içten. Jane hafızasının gelgitlerinden bahsederken ‘bazen öyle boş ki,
bembeyaz..’ sözlerini sarfediyor ve o anda gözüm duvarda asılı içi boş
çerçevelere takılıyor. Oyunun Işık tasarımı Cem Yılmazer’in elinden çıkmış.
Yılmazer uyguladığı ışık oyunlarıyla sahnenin monotonluğunu silerken ve
gerektiğinde sahneye derinlik kazandırmayı da başarmış.
Bu başarılı performansı izledikten sonra
aklımda en çok yer eden düşünce şu oldu;
‘En az 80’inde hafızanın gelgit
yaşaması kadar ürkütücü, genç bir nüfusa sahip olduğu söylenen ülkemizde, sağırlaşma, körleşme ve unutkanlığın bu
kadar sürekli ve derin yaşanması..’