17 Mayıs 2012 Perşembe

Çehov Makinesi

İçimde iki adam var- ya da daha doğrusu iki varlık; birisi doktor, birisi de hasta…
                                                                                             Anton Pavloviç Çehov

İKSV’nin düzenlediği 18. Tiyatro Festivali kapsamında DT Tekel sahnesinde sergilenen Çehov Makinesi adlı oyunun pek çok açıdan takdiri hakettiğini düşünüyorum.
Çehov Makinesi Romanya’lı yazar Matei Vişniec’in kaleminden çıkmış. Mete Gürman’ın çevirisi ve Müge Gürman’ın yönetmenliğinde Devlet Tiyatrosu’nda can bulan oyunun kadrosunda Uğur Polat, Hakan Vanlı, Erkan Taşdöğen, ve Ayça Bingöl gibi başarılı isimler yer alıyor.
Ölürken insanın hayatının gözlerinden önünden bir film şeridi gibi geçmesi durumu Çehov için Çehov’un yarattığı karakterler tarafından, onların gözünden yansıtılıyor. Çehov hem oyunun bir parçası hem de ana süjesi konumunda. Tüberkülozdan yavaş yavaş ölürken, İvanov, Martı, Vanya Dayı, Üç kızkardeş ve Vişne Bahçesi eserlerinin kahramanları onu tek tek buluşurken, hayattan, ölümden, iyiden, kötüden, umutsuzluktan, neşeden ve bunların içinde ve dışında kalan herşeyden bahsediyorlar. Çehov bu karakterlerin bir anlama tanrısı olmasına rağmen onların neden’lerine, niçin’lerine, en çok da yaşadıkları şeyleri neden yaşamak zorunda olduklarını sorduklarında cevapsız da kalabiliyor. Onların bazen doktoru, bazen yargıcı, bazen savcısı oluyor. Ama sonuçta onların kaderlerini değiştirmelerine yardımcı olamıyor tıpkı doktor olmasına rağmen kendisini iyileştiremediği gibi. Anna Petrovna ona nasıl ölüneceğini anlatmak isterken, üç doktorlar onun edebiyat ve toplum için ne ifade ettiğini tartışmaya açıyor. Bu karakterlerin hepsi içinde bulundukları çemberin dışına çıkamayan karakterler; Çehov’un hayat verdiği ama onun gibi hastalıklı- natamam karakterler.

Sahnede dönebilen dairesel bir taban ve
  fonda hareket halinde hızla geçip giden bir tren var. Bunlar ışık efektleriyle birleşince izleyicide Çehov’un sanki trenle her bir karakterini, onun yaşadığı yerde ziyaret ediyormuşçasına değişken bir mekan algısı yaratılmış. Aslında biz hep ölmek üzere olan bir adamın yatak odasındayız.

Çehov Makinesi izleyicinin çok dikkatli bir şekilde izlese bile mutlak kaçıracağı birşeylerinin olduğu çok yoğun, hızlı ve uzun bir oyun. Karakterler arasındaki geçişler ve karakterlerin Çehov’la yaptıkları felsefi sohbetler sanıyorum pek çok insan için farklı farklı şeyler ifade edecektir. Başarılı bir ekip oyunu olan bu absürd serüvenin Uğur Polat’ın nerdeyse 120 dakikalık muhteşem performansıyla birleşmesi ve bizlere sunulmasının büyük bir şanş olduğunu düşünüyorum.

Sezuan’ın İyi İnsanı

Brecht çizgisi denen şeyin ne olduğunu merak edenler tarafından özellikle izlenmesi gereken, Brecht’in marksist analizini net şekilde gözler önüne seren, 3 saat boyunca keyifle ve hayranlıkla izlenen bir oyun.
Adalet Cimcoz’un kaleminden ve Yücel Erten’in yönetmenliğinden çıkan epik biçemle sahnelenen Sezuan’ın İyi İnsanı yaşamın iyi&kötü- doğru&yanlış arasındaki gelgitlerini işliyor. Tanrı insana iyi olmayı buyuruyorken, buyruk kapitalist sömürü düzeni ile birleşince ortaya tam bir açmaz çıkıyor. Durum başta rasyonel bir açmaz halindeyken, ana karakterimizin aşık olmasıyla yani rasyonelliğin aşk sularında boğulmasıyla daha da derinleşiyor. Bu seyirciye deniyor ki; bu şartlar altında iyi olmak ne mümkün! Yani ya acımasızlığı ele alıp sistemin bir parçası olarak altındakileri ezerek yukarı tırmanacak, her bir basamakta daha da güçlü olacaksın, ya da saf/salak belki zavallı belki aciz olarak nitelendirilen bir iyi olacaksın. Öyleyse bu durumda doğru ve davranışlar doğal bir yasa sorunu/sonucu olmaktan çıkıp, toplumun içinde bulunduğu yaşam koşullarının bir sonucu halini alıyor. Öyleyse Brecht’in bakış açısıyla toplumda etik kuralların yaşayabilmesi için öncelikle siyasal organizmanın bu kurallar üzerinde yaşaması gerekiyor. Bence tam bir yumurta tavuk ilişkisi durumu.  Ancak bireysel çabanın önemini yadsımıyorsak, ben sadece zavallı bir yumurtayım, durumdan tavuk sorumludur demek yerine kendi çıtalarımızın sağlamlığını sorgulamakla yükümlü olduğumuz da gayet açık. Sonuç olarak herkes ilkin kendi kapısının önünü temizlemekle yükümlü. Ancak böyle olursa sıra sokaklara gelebilir. Lakin bizim geldiğimiz noktada bu aşamaları idrak etme lüksümüz kalmadı biliyorum. Nasıl olacak formülarize edemedim henüz ama herkes birer süpürge kapıp çıkmalı sokaklara. Yoksa hepbirlikte boğulacağız bu çöp deryasında.
Oyunun başrolünde Shen Te/Shui Ta isimleriyle Zeynep Ekin Öner var. Her iki perde boyunca ön planda olan başarılı performansıyla beni kendine inandırmayı başardı.  Oyunun müzik direktörü olan Çiğdem Erken, Paul Dessau’nun bu muhteşem müziğini 65 yıl sonra capcanlı bizlerle buluşturuyor. Ethem Özbora’ya ait dekor tasarımı ilginçliği, çarpıcılığı ve pratikliği itibariyle takdire değer. Oyunun giysi tasarımını yapmış olan Nazan Alaylı ise, konunun özüne ve koşullarında sadık kalarak kostümleri gerçek kılmayı başarmış. Ve bu ekipten ortaya çok başarılı bir oyun çıkmış.

Macbeth/ Shakespeare

Macbeth, insanın içinde pusuda bekleyen, o narin, kırılgan çizginin ötesindeki vahşi hırsın tutsağı olmuş bir adam. Belki de farkında olmadan büyüttüğü iktidar tutkunluğuna yem olmuş, kanlı oyunun başında yaşadığı tereddütleri kolaylıkla rafa kaldırabilmiş  bir karakter.  Karşısında çıkan üç cadının gerçek mi yoksa onun hırslarının bir aracı mı olduğunu kestirmek mümkün değil. O halde Hamlet’in yaşadıklarının kaderi olup olmadığını da bilemeyeceğiz. Kontrolden çıkmış bir hükmetme arzusuyla, iktidarda olmanın ülke için ne anlama geldiğini önemsemeyen, bunun getirdiği sorumlulukları asla önemsemeyen, bu nedenle tahta geçiş biçimi de dahil olmak üzere mükemmel bir tiran olan  Macbeth, aradığı tatmini yaşadığı hiçbir gün bulamamıştır.
Lady Macbeth, eserin yazıldığı dönemdeki cahil ve ikincil kadın algısının aksine, kocasını yönlendiren ve hatta bunu yaparken cinsiyet kalıplarını sıklıkla kullanan bu itibarlarla da cinsiyetsiz diyebileceğim bir karakter. Macbeth’i harekete geçirmek için sıklıkla ‘erkek’liğin gerekliliklerine atıfta bulunuyor. Zalimliği ve sertliği sıklıkla erkekliği birincil sıfatları olarak gündeme oturtuyor. Olayların en başına, Macbeth’in üç cadıyla karşılaştığı sayfalara dönersek, rahatlıkla görebiliyoruz ki Lady Macbeth bu kadar hırslı, gözükara ve güçlü bir karakter olmasaydı, Macbeth belki de ilk adımı hiç atmaz, Duncan’ı öldürmezdi. Oysa Lady Macbeth onun ikileme düşmesine, yapacaklarının yanlış olduğunun bilincine varıp, kendi içinde düşünceleriyle yüzleşmesine bile izin vermedi. Macbeth’in ruhsal dengesizliği ve sınırları belirsiz karakteri de şüphesiz ki bu durumu kolaylaştırdı.
Macbeth’in gördüğü halüsinasyonlardan ve her ikisinde de zaman zaman izleyebildiğimiz kan metaforundan anlayabiliyoruz ki aslında her iki karakterde yaptıklarının veya sebep olduklarının ağırlığı altında eziliyor, akli dengelerini korumakta güçlük yaşıyorlar. 
Tüm yaşananların çirkinliğine, korkunçluğuna uygun bir fon olabilmesi için fırtınalı, koyu gri, bunaltıcı, basık zaman zaman da şimşekli bir havada geçiyor olaylar.
Kontrolünü ve yargılama yetisini yitiren insan, önceleri sadece başkalarına zarar veriyorum böylece kendimi güvenceye alıyorum sanrısı içindeyken, ilerleyen süreçte fırlattığı bumerangın kendi boğazını keseceğini öngöremiyor. İçinde bir yerlerde yaşatması gereken saf iyiyi bir kenara bıraksa bile en azından kendi çıkarı için en başında kontrollü olması gerektiğini göremeyecek kadar da kör olmuş. Yaratılan kaos onu da, etrafındakileri de yutup arasına katarak büyüyerek ilerliyor. Ve fırtınadan geriye her zaman olduğu gibi yıkık binalar, ağlayan çocuklar ve bir yığın çer çöp kalıyor.

Hamlet/Shakespeare


Hamlet, yaşama ve ölüme dair en kapsamlı eserlerden biri olması sebebiyle sahip olduğu özel konumu yüzyıllardan beri korumaktadır. Eser barındırdığı tema, motif&semboller bakımından sahip olduğu derinlik itibariyle çok nitelikli ve çok yönlü uzun değerlendirmelere konu olagelmiştir. Dersimiz kapsamında, dikkatimi çeken belli başlı hususları sizinle paylaşmak isterim.
Öncelikle bana göre Hamlet Shakespeare’nin süregelen yaşamla yüzleşmelerine ölümü ve hatta ölümden sonrasını dahil ederek çıkmaya çalıştığı bir zirvedir. Yaşamlarımızın üzerine kurulu olduğu belirsizlikler ve inançlarımız dolayısıyla içine gönüllü olarak girdiğimiz çemberler sorgulamaların yönünü de belirlemektedir. Bu bakımdan Hamlet babasının ölümünden sonra yaşadığı yüzleşmelere Shakespeare’in baktığı pencereden yapılan yorumlarla cevap aramaktadır. Eyleme geçmememize kaynaklık eden bilginin doğruluğundan nasıl emin olabiliriz? Kesinlik kavramı bilginin doğruluğu açısından kullanılabilecek bir sıfat mıdır? Peki bir şekilde doğruluğunu kabul ettiğimiz bir bilginin sonucu olan bir eylem bireysel olarak hangi duygusal, etik ve/veya psikolojik faktörlerden beslenmektedir? İntikam almak duygusal bakımdan adalet sağlıyorken, vicdani bakımdan huzur sağlayabilecek midir? Bundan şüphe ediliyorsa eyleme geçmek rasyonel midir?
Hamlet, kendince omuzlarındaki yükün ağırlığından kurtulmak için intiharı bile ciddiyetle değerlendirmiş ancak dini inançları sebebiyle bunu yapamayacağına karar vermiştir. Öyleyse yaşanan/yaşanacak olan acıların üstesinden gelmek için girişilen mücadele insan olmanın temel gerekliliklerinden biridir. Olmak ya da olmamanın tüm mesele olmasının ötesinde olmanın ya da olmamanın kendince gerekliliklerinin olduğunun farkına varmakla başlar Hamlet bedenli Shakespeare yüzleşmesi.
Cladius üzerinden işlenen haliyle ulus, bireylerden oluşan ve bireylerden biri tarafından yönetilen legal bir birliktelik hali olduğu için, kişinin bireysel meşruiyeti ulusun meşruluğunu ve sağlığını da belirlemektedir.
Gertrude, Hamlet’in kadına bakışına sağladığı kinizm dolayısıyla Ophelia’ya rahibe manastırına kapanmasını önermektedir. Ophelia olsa dahi hiçbir kadın yaşamda dürüst ve temiz kalamaz. Öyleyse Ophelia kendi özel ve değerli niteliklerini korumak için çaba göstermelidir. Kadın iradesine hükmedebilen bir canlı değildir, yönlendirmeye muhtaçtır.
Kafatası, ölümün idrak edilme çabasının ta kendisidir. Kaçınılamaz ve anlaşılamaz bir gerçek, katılığı&sertliği dolayısıyla esnetilemeyen bir olgudur. Hamlet’in ölümü kabullenişini simgeler.
Cladius ve Laertes’in kendi tuzaklarına düşmeleri birden fazla anlama gelebilir. Birincisi ilahi adalet vardır, kişi dünya üzerinde de eylemlerinin sonuçlarından etkilenmeye mahkumdur. İkinci olarak, kişi eyleme geçme kararını almadan önce buna sebebiyet veren bilgini doğruluğundan kendince emin olmakla yükümlüdür. Başkasının sözüyle alınan bir karar, kişinin kendine karşı sorumluluğunu ortadan kaldırmaz hal böyle olunca silahını kendine doğrultmuşsun demektir.
Sonuç olarak hayat kişinin kendi değerlendirmelerinin pusulalığında alınması gereken bir yoldur. Değerlendirmelerin doğruluğu, kişinin değerlerine uygunluğu yolun niteliğini ve değerini belirlemektedir. Üzerinde layığıyla durulmamış doğrular sonucunda gerçekleştirilen eylemler bumerang misali kişinin kafasının üzerinde bitivermekle ünlüdür; Murphy kuralları dediğimiz şeylerin temelinde de bu yok mudur? Kimileri buna karma der, kimileri şans ya da şanssızlık, kimileri alın yazısı der, kader der.. Hepsi aynı şeydir, ve bence hayat değerlendirmeler ve eylemlerden oluşur gerisi teferruattır.

22 Nisan 2012 Pazar

Kraliçe Lear

Kanada’lı yazar Eugene Stickland’ın, Shakespeare’in Romeo ve Juliet, Hamlet ve Macbeth’den  sonra en çok bilinen tragedyası olan Kral Lear adlı yapıtından esinlenerek kaleme aldığı oyun, Yıldız Kenter’in elinde sanki kendini bulmuş. Diğer tragedyalarının aksine Shakespeare Kral Lear oyununun sonuna-catharsis’ten sonra- herhangi bir olumlama koymamış. Stickland bu farktan hareket ederek, oyunun sahneleniş hikayesine bir olumlama yerleştirerek adeta tragedyayı tamamlamış.
Oyunda üç karakter var; 80’lerinde tecrübeli bir oyuncu olan Jane (Yıldız Kenter), Jane’e ezber konusunda yardım eden liseli kız Heather (Sedef Şahin) ve oyunun en ilginç karakteri olan çellist (Feride Berin Varol). Jane, erkek egemen  sisteme karşı tepki niteliğinde hazırlanan bir projenin en önemli oyuncusu konumunda. Bu proje erkeklerin ön planda olduğu Kral Lear oyununu a’dan z’ye kadınlardan oluşan bir ekiple sahneleyerek eşitsiz ve alışılageldik güç dağılımını sorguya açmak. Heather yaşı genç, alışılmışlıkları az olmasına rağmen anlamakta güçlük çekiyor bir kral rolünün bir kadın tarafından canlandırılmasının gerekçesini.  Jane ve Heather’in prova yapma sebebiyle bir araya gelişleri oyunun fonda olduğu ama hareket noktasından oldukça farklı yerlere giden bir yolculuğa çıkarıyor izleyenleri. Stickland adeta ‘I know what it is to be old but you don’t know what it is to be young’ sözlerinden hareketle biri genç, diğeri yaşlı iki kadın arasındaki çatışmadan, sevgi ve sıcaklık dolu, enerji ve umut yüklü bir final yaşatıyor bizlere. Heather Jane’e yılmamayı, hayata umutla bakmayı ve neşeli olmayı hatırlatırken; Jane Heather’a insani yanın inceliklerini ve hassasiyetlerini öğretiyor. Jane başarılı tiyatro hayatının da kendisiyle birlikte yaşlanmış olduğunu görmekten korktuğu için provanın sonlarına doğru gelgitler yaşasa da Heather’in yardımıyla bu krizi atlatıyor. Heather ise kelimelerin fark yarattığını duyuyor ilk kez Jane’den ve söylediği şeylerden sorumlu olduğunu.. Çellist ise bazen Antik Yunan oyunlarındaki korobaşı bazense Jane’in olmak istediği diğer ben’i (alter ego) temsil ederek bir müzik ziyafetinden çok daha fazlasını sunuyor bizlere. Ama Jane’in beyin kıvrımlarındaki endişeleri ve kuruntuları seslendirdiği zamanlarda kulaklarda yarattığı rahatsızlığın başarısını da ayrıca vurgulamak gerek.
Yıldız Kenter Jane rolünde detayları o kadar ustaca işlemiş ki oyunu izlerken olduğu gibi davranıyor, kendini mi canlandırıyor yoksa sahiden bir karakteri mi oynuyor ayırt etmek gerçekten çok zor.
Dekor tasarımı Osman Şengezer’e ait sade ve içten. Jane hafızasının gelgitlerinden bahsederken ‘bazen öyle boş ki, bembeyaz..’ sözlerini sarfediyor ve o anda gözüm duvarda asılı içi boş çerçevelere takılıyor. Oyunun Işık tasarımı Cem Yılmazer’in elinden çıkmış. Yılmazer uyguladığı ışık oyunlarıyla sahnenin monotonluğunu silerken ve gerektiğinde sahneye derinlik kazandırmayı da başarmış.
Bu başarılı performansı izledikten sonra aklımda en çok yer eden düşünce şu oldu;  En az 80’inde hafızanın gelgit yaşaması kadar ürkütücü, genç bir nüfusa sahip olduğu söylenen ülkemizde,  sağırlaşma, körleşme ve unutkanlığın bu kadar sürekli ve derin yaşanması..’

Elektra/Sophokles

Yaşadığımız yer kendine has bir düzenden ibaret dev bir mekanizma gibi çalıyor. Yaşamı bir sistem olarak adlandırmak gerekirse, sistemin sürekliliğinin de temel dinamikleri olduğunu söylemek yanlış olmaz. Sophokles’den önce ve sonra bu dinamikleri çözebilmek için çaba sarfediliyor ama günün sonunda sistemin düşünme yetisine sahip unsurları olan bizlerin birey olarak konuya bakışı, dahası  duruşu, kritik önem taşıyor. Herşeyin ‘bir’ olduğu ve ‘bir’den türediği bu sistemde ‘bir’in öncelikle kendinden sorumlu olmasının mutlak bir anlamı var. Çünkü ‘bir’ bütünün hem bir parçası hem de kendisi. ‘Bir’in sisteme bakışını ve onu yorumlayışını inanç olarak adlandırıyorsak, farklı inanç türlerinin de ‘bir’ olduğu hususlar olması kaçınılmaz. İnsanın fizik yapısının kas ve iskelet sistemi üzerine kurulu olması gibi, moral/manevi yapısının da bir yapı üzerinde yükselmesi gerekliliği erdem kavramını antik çağlardan itibaren kullanıma sokmuştur. İyi bir insan, erdemli bir insanla eş tutulmuş; erdemli insanın diğer doğru/gerekli vasıflara sahip olacağı varsayılmıştır.
İkinci önemli kelime ise ‘öldürmek’ ve ‘adalet’. Ölüm’ün dünyevi sistemden bir çıkış olarak anlamlandırılması ve ‘vicdan’ kavramına sırt çevirerek ‘öldürmek’ suretiyle bir insanın oyun dışında bırakılma çabasının kötü emellere (?) alet edilmesini önlemek amacıyla sistemin insan unsuru adalet kavramını da alt bir sisteme oturtmaya çalışmış. Ama bu çabadan önceki dönemde –Antik Yunan’da- adaletin kaynağı kabul edilen Zeus’un, bizde kullanılan ‘her işte bir hayır vardır’ deyişi gibi, her olaydan haberdar olduğu ve kötü adledilen olayların olmasının bile bir nedeni/anlamı olduğu kabul ediliyor. Aksi takdirde kan davası denen ilkel sistemin günlük, sıradan bir olay kabul edilmesi kaçınılmaz olurdu.
İntikam kavramı ise kişinin inanç sistemlerine ve bütünün ‘bir’liğine olan saygısını daha doğrusu güvenini yitirmesi ya da akıl gözüyle, duygu gözü arasındak terazinin bozulması, dengenin yitirilmiş olması olarak tanımlanabilir. O halde rahatlıkla şunu söyleyebiliriz; Sistemin bir dengeden ibaret oluşu sebebiyle, -ahlaki/kişisel değerlendirmelere bile girmeye gerek kalmadan- intikam olgusu dengeyi bozması itibariyle yanlıştır. Kaldı ki intikam savaşları beslemesi açısından da kötücül olmaya mahkumdur. Akıl ve duygu arasındaki dengenin kaybı sonuncunda yapılanlar hak iddiasını perde olarak kullansa da ancak vicdana yük ve utanç kazandırabilir.
Toparlamak gerekirse; sistemde kaçınılmaz olarak yaşadığımız bir filler ve çimenler gerçekliği olmasına rağmen, tamam bir insan olmanın gerekliliği olan erdem niteliği hayata karşı kontrollü yaklaşmamızı gerekli kılıyor. Ağızdan çıkan sözün  ya da atılan bir okun geri alınamayacağının bilincine vararak eyleme geçmek şart. Bunlar Elektra’nın yaşadıklarına karşı çıkarken, Elektra’nın onur/şeref kazanmak adına yaptıklarına da karşı çıkan satırlardır. Bir’in kötülüğe bulaşmasının yani Sophokles’in dediği şekliyle yasalara karşı gelmesinin vicdani yargılamasını yapmak kadar doğal ancak bu yargılamayı eylem düzeyine taşımak kadar anormal bir durum ancak kaos yaratır. Bu kaos eylemi uğruna gerçekleştirdiğimiz vicdanın aradığı huzur olamaz.  Olsa olsa ilave bir yüktür sadece...

20 Nisan 2012 Cuma

Medea/Euripides


Euripides yaşadığı toplumla çatışma içinde olan, toplumdaki sosyal yaşamın çelişkilerini çok iyi gözlemlemiş gerçekçi bir yazar. Hatta bu eserini yazarken mitolojideki Medea gerçeğinden de bazı noktalarda sapmalarda bulunmuş. Bunu yapmasının nedeni gerçeği kendi gözlerinden aktarmak için miti sadece bir malzeme olarak kullanmış olması olmalı.

Medea bir özelliğiyle Antik Yunan Tragedyalarından ayrılıyor. Tragedyalarda genelde ortalamanın üzerinde karakterler konu edilmesine rağmen, bu metinde kölelerin/hizmetçilerin oldukça aktif bir şekilde konuşturulduklarını görüyoruz. Kaderi değiştiremeyecek olsalar da her ikisi de en başından Iason’u haksız buluyor ve endişelerini dile getirmekten çekinmiyor.

Medea hırslı bir kadın; hırsları sayesinde kocasının başarılı olmasını sağlıyor ama işlediği suçların nedeni de hırs yine. Iason onun kocası olduğu sürece zararsız olmasına rağmen, aldatılmasından sonra tekrar gün ışığına çıkan hırsları kendi çocuklarının dahi hayatına mal oluyor.

Eser Euripides’in kadının pozisyonuna ışık tutması itibariyle de ilgi çekici. Ona feminist bir yazar diyemeyiz belki çünkü Medea’ya en başında sempati kazandırıyorken sonradan bencil ve kötü bir kadın olarak algılanmasını engellemiyor ama toplumun kadına bakışındaki adaletsizlikleri ve körlükleri net bir şekilde göstermeye çalıştığına da şüphe yok. Medea sadece Antik Yunan’da kadının pozisyonunu göstermesi açısından değil, aslında Endüstrileşme öncesi dönemin tamamına dair fikir sağlaması açısından da incelenebilir. Kadına dair yansıttığı  hususlardan birkaçı; kadının evlendikten sonra kocasına ait olması ve kendi yurdunu terketmesi yine bu nedenle yeni katıldığı toplumda bir yabancı olması, sosyal alanda kocası gibi gezme, dolaşma hakkının olmayışı evde oturmasının beklenmesi vs. Medea aslında bu tür problemleri olan tüm kadınların simgesi. Sürgüne gönderilmesine de bu gözle bakmak gerekir.
Evlendikten sonra aidiyeti babasından kocasına geçen ve bulunduğu ortama sonradan geldiği için yabancı olan kadın, sürgüne gönderilince daha da aidiyetsiz, kimsesiz ve korumasız kalıyor yani iki katı cezalandırılıyor. Metinden anlaşıldığı kadarıyla halkı –Yunanlılara gore diğer tüm halklar gibi belki-barbar bulunuyor ancak barbarlığı Yunan bir kocası olması sebebiyle görünür değil, ancak sürgün kararından sonra yeniden barbar olarak anılmaya başlanacak. Barbar olan ötekileştirilmiş, barbar batıl ve yabani kabul ediliyor, oysa Yunanlılar kendilerini rasyonel ve gelişmiş kabul ediyor. Ama Medea zaten etrafındakilerden daha zeki bir kadın olduğu için Barbar olmasa da öteki olmaya mecbur. Bunu şu sözlerinden anlayabiliyoruz; ‘Ne geçiyor eline zeki olunca? Boş veriyorsun kendi işlerine; bütün yurttaşların nefret ediyorlar senden. Aptallar da cahil diyorlar sana ve de işe yaramaz, alışık olmadıkları bir bilgiyi sunduğunda onlara.’

Ama sonuçta rasyonel bir insanın yapacağı bir şey gibi grünmüyor Medea’nın yaptıkları. Euripides’in hırsın, tutkunun ve kibirin daha iyi sorgulanabilmesi için böyle bir son tercih ettiğini düşünüyorum.

Günlük Müstehcen Sırlar


Şehir Tiyatroları Sadabad Sahnesi’nde, merakla beklediğim ‘Günlük Müstehcen Sırlar’ adlı oyunu izlemek için yerimi aldım, sanki muavinlik yapıyormuşçasına yerleri gösteren görevlinin sesinden ya da yanımda oturan ve oyunun başladığı ilk iki-üç dakikada birbirlerine söyleyecek şözleri bitmeyen çifte inat oyuna konsatre olmaya çalışmaktaydım.  Ve oyun kaydıraktan inen pardösülü bir adamla başladı nihayet..Karşımda Taciser Sevinç’in elinden çıkmış, metaforik öğelerle dolululuğundan derin bir oyun vaad eden bir çocuk parkı manzarası vardı. Bir süre sonra oyunun ikinci pardösülü adamı da geldi ve bu iki karakter arasında birbirini tanıma çabasıyla geçen uzun diyaloglar başladı. Oyun Şili, Santiago’da geçmekteydi. Her iki adam da teşhirci kılığında kız okuluna yakın bir parkta konumlanmayı seçmişlerdi. Birbirlerinin kimliklerini deşifre etmeye uğraşırlarken birinin Karl Marx, diğerinin ise Sigmund Freud olduklarını iddia ettiklerine şahit olduk. Oyun karakterleri de Marx ve Freud kadar zıt karakterlerdi. Söz düelloları arasında tarihe damga vurmuş bu iki adamın sosyo-psikolojik temelli fikirlerini duymaktaydık. Yavaş bir tempoyla başlayan tek perdeli oyun, ikinci yarısında hızlanmaya başladı. Bu hızla birlikte metinler de giderek karmaşıklaşarak takibi güç hale geldi. Vodvilyen bir tavırla kaleme alınmış olduğu için özüne uygun olarak Türk seyircisine göre uyarlanmaya çalışılmış oyun kanımca komediye kaynaklık etmesi için kurgulanmış esprilerinin düzey ve derinlikleri itibariyle maalesef sınıfta kaldı.
Oyun, yazarı Marco Antonio De La Parra’ya, 1987 yılında Şili’de Gazete Yazarları Derneği’nin en iyi oyun ödülünü kazandırmıştı. Pinochet’nin baskıcı rejimi altındaki halkın birbirine hapsolmuş insanlarını anlatıyordu. Tahminimce ülkemizdeki mevcut siyasal durumla ortak noktaları olması sebebiyle tercih edilerek programa alınmıştı. Ancak sanırım çevirideki eksiklikler nedeniyle niteliksel olarak kopuk ve izleyiciye uzak bir oyundu. Oyunun yönetmeni Yıldırım Fikret Urağ’ın deneysel bir oyun ziyefeti sunma niyetiyle yola çıkmış olduğu çok belli olmasına rağmen oyun metni itibariyle içine girmekte zorlandığım ve nereye gittiğini kestiremediğim bir yolculuktan ibaret kaldı. Cengiz Tangör ve Erkan Sever’in başarılı performansları,  gayet tatmin edici şekilde kullanılan dekor, ışık ve efekt unsurlarına rağmen oyun zihnimde tamam olamadı. Oyun esnasında sahnede görev almayan ekip elemanlarının bir kısmını dekorun arkasından geçerken ya da kenarından bakarken görmek dikkatimi dağıtarak keyfimi kaçırdı.  Oyun broşürünün üzerine not edilmiş olan 16+ ibaresini oyunun en başında saçma bulmuştum ve bu kanım oyunun sonunda da değişmedi. İlaveten Erkan Sever’in oyun boyunca her hareket edişinde muhtemelen bacakları görünmesin diye pardösüsünün önünü düzeltmeye çabalaması aklıma kendisine yöneltilmiş olabilecek yersiz ve gereksiz eleştirileri getirmiş olduğu için bir nebze içimi acıttı.
İçerisinde yer yer güzel repliklere de yer veren oyun yukarıda belirttiğim hususlardan dolayı damağımda eksik bir tat bıraktı. Sanırım bu nedenle oyunun çıkışında oyundaki bayağı esprilere katıla katıla gülen ve ‘aa ben oyunu beğendim’ diyen izleyicilere neyi ve niçin beğendiklerini sormamak için kendimi zor tuttum.

9 Nisan 2012 Pazartesi

Zincire Vurulmuş Prometheus/Aiskhülos

Antik Yunan metinlerini okumaya başladığımdan beri, aradan geçen 15 yy’a rağmen herşeyin nasıl da aynı kaldığını farkettikçe, nereye doğru çekiyoruz biz bu kürekleri diye sormadan edemiyorum. Tarihten alınabilecek en iyi ders, tarihten ders alınamayacağıdır kanısına varmaya az kaldı.
Anlamlandırmaya çalıştığımız hayatların kahramanlarıyız her birimiz. Aynılığı farklılığından zaaflarımız var. Zamanın bildiğimiz başlangıcından bu yana da böyle olmuş bu. Zeus ölümsüzlerin, tanrıların kralı. Düzenin devam edebilmesi için birilerinin ölmemeleri/sabit kalıyor olmaları lazım çünkü. Ama Zeus’un bile eksiklikleri var. Krallığı/gücü ilan edildikten sonra, o zamana kadar kimlerden yardım almış, neler yaşamış unutuyor sanki; ders almıyor. İktidar/yönetim gücünün zırhını kuşanınca sıfırlıyor tüm yaşadıklarını, içindeki hırstan mütevellit canavarın kumandasına geçiyor adeta.
Prometheus aklı da simgelese, insanı da simgelese rasyonelliğinden isyankar bir sembol. İnsanların o zamanlar varoluşlarına buldukları neden. Ve insanın sürekli gelişim özlemine dair tohumlar taşıyor. İnsanın artık ateş’i de var; öyleyse yeni yollar açsın kendine, aklını rehber etsin de doğru yollar açsın herkese. Artık insanın iradeyi gün ışığına çıkarma, sorumluluk alma vakti geldi demek ki. 
Diğer yandan akıl ve güç birleşmedikçe, güç eksiliyor, akıl sonsuz acılara gark oluyor. Denge ciddi bir mesele. Bu politik arenada da böyle. Gücü alan akılsız, aklı olan güçsüzse tarih tekerrür etmeye mecbur kılınıyor. İşte en basit kanıtı; Prometheus’la, Nazım’ın aynı idealle harekete geçmediğini kim iddia edebilir? İkisi de iktidarın aleyhinde ama insanlığın lehinde fikirlere sahip oldukları için sürgün edilmediler mi? Birinin ciğerini kuşlar yemiş, birinininkini mapus duvarları ne farkeder? İkisine de yardım edememiş iyilikleri için kendilerini feda ettikleri. Prometheus’un hikayesi eksik bence henüz- sadece bu kitaptan okuduğum kadarıyla. Geleceğe taşısaydık hikayesini o da Dünyanın en tuhaf mahluku olarak tanımlardı insan’ı.
Sembolizmin çok ustaca kullanıldığı, yazıldığı tarihten bu yana değerinden ve anlamından hiçbir şey kaybetmediği- aksine değerlendiği- için klasik olan bu kitap okuyan her ‘insan’a çok şey hatırlatacaktır.


Gerçek Hayattan Alınmıştır


Kumbaracı50 üçlemesinin I. Kısmı olan ‘Gerçek Hayattan Alınmıştır’da sizi 90 dakika boyunca yakanızdan tutan ve beyninizin tamamını esir eden bir performans izliyorsunuz. Kumbaracı50 sahnesi eski bir dökümhaneyken sonradan tiyatroya çevrilmiş ortasından kolonlar geçen küçük ve dikdörtgen bir sahne. Kapıyı üzerinizden kilitliyorlar oyunun en başında, sadece oyundaki anne karakteri değil, siz de kilit altında kalıyorsunuz.. Yüzleşme bitmeden ne annenin ne de sizin dışarı çıkmanıza izin verilmiyor..Her yüzleşme gibi zor, bir o kadar gerekli ve gerçek bir zamandasınız artık...

Hayat yolculuklarının kesişim kümesi yaralarla dolu bir adam ve annesi.. Mimar ama mesleğinden nefret eden, aynı zamanda da amatör bir yazar olan oğulla, ancak uydurduğu hikayelerle  ayakta durabilen vasat bir oyuncu olan annesinin birlikte edecekleri son dansa şahit oluyoruz.
Yaralarının kabuk tutmasına izin veren ve hatta uydurduğu hikayelerle kendini bile kandırabilen bir kadının; yaralarını her an kaşıyarak yeniden kanatan, kendine acıyan, başarısızlığından ve tamamlanamayışından en çok annesini sorumlu tutan bir adam olan oğlu tarafından, gözleri bağlı olarak onarılmakta olan eski bir eve getirilişiyle başlıyor hikayemiz. Burası adamın doğduğu ev.. Adamın kendince zavallı hayatının başladığı yer yani. Adam hayatının jübilesini burada yapmak istiyor, herşeyin başladığı yerde. Hayatına dair bir yüzleşme ve veda senaryosu var elinde. Annesiyle oynamak istediği bu oyun hayatına son bakışı olacak.
Anne hayatta sadece bir piyon mu olmuş? Gaddar mı, duygusuz mu yoksa sadece olayların farkında mı değil anlaşılması zor. Oğluna dair bilmediği onlarca şeyden sadece birkaçı; oğlunun eşinden neden ayrıldığı ve ya çocukken yazlıktaki balıkçı tarafından taciz edilişi. Ve en önemlisi oğlunun babasının hastalığına yakalandığı ve çok kısa bir süre içinde öleceği.
Oyunun izleyiciye aktarabildiği sorular herkesin kendince yanıtını bulması gereken sorulardan aslında. Örneğin, geçmişi ayağımızda bir pranga olarak yanımızda geleceğe taşımak, geleceği yok etmek değil midir? Zorluklara direnmenin kendince bir yolunu bulamazsan, kendini mahkum ettiğin bu zavallılığın bedelini ödetebilir misin kimseye? Peki intikam almak soğutur mu acılarımızı? Acıtırsak muhatabımızı azalır mı acılarımız?...
Oyun, mekanın tüm eksilerini artıya çevirmeyi başarılmış tecrübeli bir yönetmen olan Arif Akkaya tarafından hazırlanmış.  Bu kadar az bir dekorla bu kadar gerçek bir etki yaratılması gerçekten büyük başarı. Dekorun bir parçası olarak tavana yerleştirilmiş balıkçı fenerlerinin bile sembolik bir anlamı var; An geliyor tüm lambalar yanık yani tüm yaralar açık, ancak bazen fenerleri tek tek açıp yaşanmışlıkları birbir irdelemek gerekiyor. Lambalarla olay desteklenirken görsel olarak da mekanın muhtemel monotonluğuna çok başarılı bir şekilde engel olunmuş. Böylece ölümün soğukluğuna direnilir bir sıcaklığa getirilmiş sahne. 90 dakika boyunca tematik olarak yoğun, oyunculuk ve reji açısından da çok başarılı bir oyun izliyorsunuz. Yılların tecrübesini gözlerinizin önüne seren Tomris İncer, oyunun aynı zamanda senaryosunu yazmış olan Yiğit Sertdemir’le adeta bir gerçek izletiyor bizlere. Kendinizi zorlasanız da çıkaramıyorsunuz zihninizi kapının dışına. 


22 Mart 2012 Perşembe

Herşey Net Sanıyordum

Kimliklerimizin tanımları netti, hatta sorsan çerçevelerini bile gösterebilirdim sana. Sen sen'din ve ben de ben işte. Senin sen olarak yaptığın ama benim nedenini bilmediğim, hatta öğrenmeye pek çabalamasam da keşke yapmasan dediğim şeyler de vardı muhakkak. 
Seni bana yetecek kadar biliyordum, daha fazlasına gerek yoktu. 
Bir zaman, beynimde, bilinen insanlar rafına kaldırıp, üzerine kafa yormaya gerek olmayanlara koymuştum seni.
Ama birşey oldu ve o gün bambaşka bir kimlik içinde gördüm seni. Bu en çok bana sürpriz olmuştu, sen olanın farkında bile değildin. Öylece yatıyordun karşımda, incecik gözyaşları sızıyordu bir gözünün kenarından. Anlattın anlattın, benden cevap beklemeden cevabını bildiğin sorular sordun durdun. İşte o an küçücük göründün gözüme, daha da emanet oldun bana. O an yapabildiğim tek şey, yanında olmaktı. 
Sen anlatırken, ben aklımın bir yanıyla başka bir yerlere gittim. Gittikçe daha da kıymetlendin bana.
Tüm çocuk yanımla yaşananları değiştirmek istedim ama olmadı. Sen benden daha çok inanmıştın sanki olanların gerçekliğine, bense hala uğraşıyordum.
O gece bitti, pek çok sonraki gece de.. Hayat yorgunluğumuzu silmek için son süratle yeniler koyarken önümüze, normalleşmeye başladı yeniden herşey. En basitinden, önemli olup da önemsizleşmiş gibi gelen şeyler yeniden önemli görünmeye başladı gözümüze. Anlaşılan iyileşiyorduk ikimizde. 
Öyleyse artık sen karar vereceksin bana göstermek istediğin kimliğine..



Bilseydin Yapmazdın, Biliyordun Ama Niye Yaptın?


Son kez baktım çıkarken. Her zamanki gibi loştu odan, arkada kaldığından pek ışık almıyordu ilk günden beri. Birtanecik penceresinin baktığı yer kedilerin uğrak yeri bir apartman boşluğu.. Çift kişilik bir yatak, küçücük bir komodinle, 3 kapılı bir dolabın anca sığdığı bu odanın, kimliğini bağırırcasına ifşa eden kokusu yıllandı yıllar yılı, güçlendi ama asla değişmedi. Senin çıktığının bilmem kaçıncı günü, zar zor bulduğum anahtarıyla açtığım kilitli kapısından içeri girerken, bu kokuyla tüm mazimizi hatırlayacağımı hiç aklıma getirmemiştim. İçeri girdim ve kapattım kapıyı arkamdan. Kapıyı kapatırken yatakla kapı arasında sıkışmamak için ani bir hamle yapmam gerekti. Öylece durdum ayakta, odanı seyrettim. Kokladığım geçmişe daldım bir süre.. Ta ki kokunu hafızama kazıyana kadar. Kullanmaya kıyamadığın elma şeklinde parfümünün şişesini aldım elime oynadım bir süre. Okuma gözlüklerinin kabını görünce usulca bıraktım onu yerine. Pembe beyaz saplı dikdörtgen gözlüklerini aldım elime.. camlarında parmak izlerin..Onu daha hızlı koydum geriye.. Bebekliğimi Omo kutusuna koyma fikri nerden gelmişti aklına? Seni, elinde karton ağzı en geniş yerinden açılmış Omo kutusuyla hayal ettim, gülümsedim.. Kendimi koyamadım resme, hatırımdaki ben silik bir gölge.
Geri gelemeyeceğimi bilerek çıktım son kez. Asıl bir gün geri gelsem de hiçbirşeyin aynı olmayacağını bilmek perçinledi imkansızlığımı. Diğer odalarına da hoşçakal diyerek arkamda bıraktım senli onlarca anıyı. Senin de geri gelemeyeceğini hatırlamak çok acıttı canımı. Ama bundan daha da çok buzdolabına iliştirdiğin, alışveriş fişinin arkasına inci gibi bir el yazısıyla yazdığın, diyet yemek tarifinle; hiçbir çerçeveden kendine bakmak istemeyişin gerçeği yaktı içimi.
Bilseydin yapmazdın, biliyordun ama niye yaptın?...


13 Mart 2012 Salı

Arka Sokaklar


Sokakların da birer kimlikleri var hepimiz gibi. Ana sokaklarla, ara sokaklar ve hatta arka sokaklar bile kırmızı bir tebeşirler ayrılabilir birbirinden.
Ben en çok arka sokakları severim. Arka sokaklar her zaman daha gizemli gelir bana. Aşikar değildir onlar, ifşa etmeyi sevmezler kendilerini. Özenle pişirilen köpüklü bir türk kahvesinin köpüğü alındıktan sonra geriye kalanıdırlar sanki. Sıradan görünerek gizlerler içindekileri, asla ana sokaklar kadar popüler olmasalar da, onlarsız da olmaz günün sonunda.
Korundukça kıymetlenen inci misali, beslerler içlerindeki hayatı böylece kendine has olma imkanı verirler sakinlerine çünkü gözler üzerlerinde değilken daha kolay başarır insanlar kendi gibi olmayı.
Aynı nedenle de bitmez arka sokak hikayeleri. Tıpkı dublör kullanan oyuncular gibi ilgiyi ana sokaklara bırakıp, sakinleşir ve hava alırlar adeta.
Onlar her zaman alternatiftir, asıl olmamanın verdiği özgürlükten keyfi.
Sanılanın aksine daha cafcaflıdırlar ana sokaklardan, uymaları gereken kurallar yoktur neticesinde.
Arka sokaklar her zaman daha yakındır hayata, daha yaşanılası.


Bir Koyabilsek Ben'i Sen'in Yerine

Duygular, hatıraların öncelikli hatırlatıcısı ve kodlayıcısı olarak başrolde yaşıyor hayatlarımızda. Duygu kodlamalarıyla kaydedilen olayların diğerlerine kıyasla daha sık ve daha net hatırlandığını söylüyor kelli felli araştırmalar. Stanislavski de bu yüzden oyuncuların kendi duygusal belleklerinden ilham almaları gerektiğini söylüyor. Çünkü çağrışımlarla örülüyor zihinler ve empati, benzer olayları yaşarken ben ne hissetmiştim diye düşünmekten geçiyor. Ben’i sen’in yerine koymaktan geçiyor türlü anlama çabaları. Sen’i anlama çabası yönlendiriyor ben’lik kayıklarını aslında. Tıpkı adalet gibi adil olma çabası gibi. Önce ben’in tercihleri var ama sen’in tercihlerini anlamaya çalıştığım, çabalayabildiğim oranda saygı duyabiliyorum sana. Tabi arada bir hata payı bırakmalı her zaman, okulda fizik derslerinde sıkça söylendiği gibi her şey NŞA’da (normal şartlar altında) gerçekleşemiyor.

Ben’i sen’in yerine koymak için önce masaya konuya uygun hatıralarımı koymam gerekiyor. Mümkün olduğunca çok ve mümkün olduğunca doğru. Bazen bunun için ufacık şeylere dikmem gerekiyor gözümü hem de gözüm çağrışımları serbest bıraktırana kadar zihnime. Sonrası mı? Sonrası bir cümbüş ortamı adeta. Neler neler varmış sakladığım. Bunu da mı kaydetmişim, burasını da mı? Şaşırıyorum ortaya saçılanlara. Demek ben de senin gibi diyebilmişim işime geldiğinde, senin gibi bağırabilmişim, küsebilmişim. Kabul ettirmek zor bunları kendime. Ama deniyorum işte.

Peki ya sen? Sen kendini koyabilir miydin benim yerime? 




9 Mart 2012 Cuma

Oysa Can Atıyordum Seninle Kucaklaşmaya

Kapı deliğinden bakmaya çalıştığını görüyordum tabi. Gölgen süzülüyordu buzlu camdan ama sen farkında bile değildin bunun. Oysa açsaydın keşke kapıyı, girseydin ve kucaklaşsaydık hiç düşünmeden. Aramızdaki ürkütücü uçurumlar karanlık yalnızlıklara gebe olmasaydı keşke bu kadar. 
Biliyor musun anımsamıyorum artık sana neden küstüğümü, yıllardır senle dertleşememiş olmak çok saçma geliyor. Şimdi açsan kapıyı ve gelsen, kaldığımız yerden devam edecek sanki herşey. En son ne zaman karşılıklı kahkahalar savurduğumuzu hatırlamıyorum, az önceymiş gibi geliyor bana. Az önceden şimdiye kaç gün geçti acaba, kaç ay, kaç yıl?
Hatırlıyor musun kırmızı gelinciklerden yemek yapardık bizim apartmanın bahçesinde. Gelincikler parmaklarımızı boyardı. Evdeki en eski paspaslar bizim payımıza düşerdi her zaman. Apartman boşluğunundaki loş serinliğe sererdik onları. Senin paspasına oturmaya gelirdim, kucağımda gelincik yemeği. Sen karışık otlardan detox yiyecekleri ikram ederdin bana. Ne lezzetli yemeklerdi onlar, ağzımızı numaracıktan nasıl da şapırdatırdık. Vakit hızlıca geçerken yanımızdan, bizim konuşacak uydurma mevzularımız hiç bitmezdi. Havanın kararmasından nefret ederdik, o gerçek evlere dönme vaktinin geldiğini bağırırdı bize. O bağırmazsa annelerimiz bağırırdı onun yerine. Sabah olsa da misafirliğe gitsek diye düşünerek geçerdi akşamlar.
Şimdi bak gerçek tabaklarım, bardaklarım oldu. Gelinciklere gerek yok daha lezzetli şeyler alabiliyorum. Sahici bir evim var, eskiyen paspaslara da gerek kalmadı. Havanın kararmasından endişe etmeye de luzüm yok ama ben hala o sohbetleri özlüyorum. 
Keşke yalancıktan açsaydın, yalancıktan girseydin içeri, şakacıktan sarılsaydık birbirimize. Belli ki gerçekten özlemiştin sen de beni.
Hiç beklemeden sormak istiyordum oysa, bensizlikte sen ne kadar vakit geçirdin? Yine gelincik yemeği yapmamı ister miydin? Oyunlara hasret kalmışmıydın sen de, şakacıktan da olsa sadece canının istediklerini yapmak istiyor muydun? Girmedin sen hiç öğrenemedim bunları. Kalkmadım ben de açmadım kapıyı, bekledim sadece. Oysa nasıl da can atıyordum seninle kucaklaşmaya..



8 Mart 2012 Perşembe

Asıl Güven Duygunu Kaybettiğin An Terkeder Anıların Seni

Bugün insanlara güvenmeyi yeniden öğrenmeni istiyorum. Kötü tecrübelerinin başyapıtı olan güvensizlik duygunu unut! Bugün birlikte hayatı yeniden görmeyi öğrenelim. 
Unuttuğun güzel anılarını yeniden hatırlayabilmeni çok istiyorum. Bilinçaltının karanlık dehlizlerine yatırdığın anıların tamamı kötü olamaz güven bana. Unutmak istediğin her olaydan alman gereken bir ders, seni mutlu edecek, seni büyütecek bir detay bulabileceğine eminim. O yüzden iyileri ayıklamamız şart!
Şimdi sıkı sıkı kapat gözlerini, ama kırpmaya çabalama, sakın açma ihtiyacı hissetme. Işığı görmeyince paniğe kapılma, insan bir tek gözleriyle görmez bunu bil. Sen de duyabiliyor musun kokuları benim gibi? Yanından geçenlerin enerjilerini hissedebiliyor musun? Onların adımlarını görebiliyor musun kulaklarınla?  
Olmuyor mu? Üzülme elbet sen de görebileceksin yeniden güvenebileceğini sezince.
En son ne zaman dokundun bir başkasına sırf sıcaklığını hissetmek için? En son ne zaman korkmadan dokunabildin bir arkadaşına yalnış anlaşılmaktan korkmadan? Hadi bugün tut ellerimi ve hatırla unuttuğun sıcaklığı. 
Biliyorum önce küçük adımlarla yavaş yavaş yürüyeceksin benle, diz kapaklarını çarpmaktan korktuğun için eğeceksin sırtını. Yürüyeceğiz yavaş yavaş, ta ki sırtın dikleşene, adımların hızlanana dek. Bir de bakmışsın içinde çocukluğunun sesi. O an sessizce ve birbirimizin gözlerine bakmadan bile konuşabileceğiz seninle.
Sonra eşyalar koyacağım avucuna, alakasız, saçma. Bir fıstığın seni çıkardığı yolculuğu duyunca gözlerimizi faltaşı gibi açarak şaşacağız senin odunlu sobalara yetişmene. Peki kömür kokusu diyeceğim sana? Gözlerin dolacak anılarınla.
Sonra bir kalem, kırmızı bir ayakkabı, bir uçan balon, bir müzik kasedi, bir el kremi kokusu..
Şimdi bir kerecik de olsa kendini bırakabilmeni istiyorum.



5 Mart 2012 Pazartesi

Gerçek Masal Olsun Diye..

Masallara da, efsanelere de inanmayı seçtin sen. Gerçek, kirli bir tuvalde, yarı saydam boyalarla gizlemeye çalışsada yüzünü lekeleri görüyordun önce. Sen lekesizliğe adanmış bir hayatın parçası olmakla gururlanmak yolundan gitmek isterdin, lekesizliğin cinsiyet yorumundan nefret eder, sence lekesizliğin tanımını yapar, onu göstermek isterdin insanlara. Hayatın ve insanlarının her zamanki halleri en kıymetli araçlarındı. Bu yüzden belki diğer insanların gördüklerini de merak etmekten alıkoyamazdın kendini. Buna rağmen Dali’nin karıncaları ürkütürdü yine de seni. Hayatta olmayan bir kardeşe bu kadar benzemek ve ikame muamelesi görmek korkunç bir kader olsa gerekti. Bruegel bir nebze daha iyi bir gözdü senin için. Bir Bruegel yansımasında, yüzlerce çocuğun kemikle, odunla, çemberle oynayışı neşeli görünmüştü gözüne. Oysa çocukların oyunlarda yetişkinleri taklit ettiklerini hiç aklına getirmemiştin daha önce. Ve Bruegel’in çocukları yaşsız resmetmesi daha da ilginç gelmişti sana. Evet gerçekten de hiçbirinin yüzü yaşını belli etmiyordu.
Hayatı masallara ve efsanelere uyarlamaya çalışanları daha da çok sevdin ama. Hundertwasser gerçek bir efsaneydi mesela. İnsanın doğanın bir parçası olduğu gerçeğini bilen ve buna uygun yaşaması gerektiğini savunan az sayıda insandan biriydi. Senin için de insanın topraktan ve güneşten ayrılması bir kabustu ve büyük şehirlerin en bilindik gerçeğiydi bu. Büyük şehir insanları renksizlikle kelepçelenerek betonlara hapsedilmişti adeta. İnsanları topraktan kopararak, hem kendinden hem de diğerlerinden uzaklaştıran ve  bundan fayda sağlayan bir ideolojinin  kurbanı etmişlerdi. Oysa Hundertwasser önce seri üretilsin diye düzlemlerle kaplanan zeminlere, tavanlara, kapılara ve pencerelere karşı çıktı. Bu fikre sen de hayran kalmıştın. Dümdüzlüğün en başında kavram olarak Dünya ve insanla uyumsuzluğunu farketmiştin. Bir kere Dünya kendisi bile eliptikti. İnsan, insanda düzlükten eser yoktu. Sonra insan ve seri üretim kavramının yanyana ne kadar çirkin göründüğünü farkettin. İnsan kendine özel bir varlıktı ve öyle kalırsa değerliydi. Seri üretimle insan üretmeye çalışan ideolojilerden de nefret ederdin sen. İnsanları aynılaştırmaya, beyni boşaltılmış suretlere çevirmeye çalışmak nasıl bir cüretti ki!  Peki renkler ve doğa?  Neden sende pencerenin dışını boyayamıyor, bahçeden bir terasta yaşayamıyordun ki? Bunlar işte Dünyayı masal yapacak dokunuşlardı, Ege otobanları kenarlarındaki selvileri fırçaya benzetip binaları bu dev fırçalarla boyamayı istemek iyi bir hayaldi belki ama yetmezdi. Hundertwasser bu hayalleri gerçeğe dokundurabilmişti, bir hayalperestten öte hem gerçek hem hayal olabilenin yüzüydü o, o yüzden de değerliydi.
Şimdi için acıyarak farkediyorsun ki Dünya’nın hala aslına uygun varolabilen azıcık kısmı masal oldu çıktı. Oysa Dünya’nın  kendi, tamamiyle masal güzelliğindeydi bir zamanlar. O azıcık kısmı olağanüstü adledilecek kadar azaldı. O azıcık kısım için savaşan insanlardan biri Leyla Yalçınkaya. Masalsı hayata vurulan silgi darbelerine karşı direnmeye çalışıyor soluğu yettiğince. Tıpkı 73 yaşındaki babaannesi gibi. Tortum’a yapılması planlanan HES projesine direniyor ondan sonra yaşanacakları bildiği için. Bunun için ceza alıyor babaannesi ve diğer eylemciler gibi.  Bu yaşananları görünce sen de yine yeniden sorgulamaya başlıyorsun, devlet insanını ve tanımlı toprağını korumak için kurulmamış mıydı en başından? Kendi kendini yok etme yolunda ilerleyen bir mekanizmanın dişlilerini kırmak için, o dişlilerin arasına insanları mı sokmak gerekiyor ille de? Senin bildiğin masallarda da kötüler vardı ama masalın sonunda kötüler ya yok ölür ya da iyiye dönüşürdü. O yüzden mutluydu bütün masallar oysa Dünya masalsılığından eksiliyordu günden güne. Pırıltısından geriye buruk bir gülümseme bile bırakılmadan siliniyordu son süratle.  Gerçek de temiz bir tuvalde resmedilmişti demek ki bir zamanlar. Gerçeği lekelerinden arındırmak, Dünya’yı yeniden masala döndürmek için dişlileri arasına insan sokmadan durdurabilmenin ve hatta geriye çevirebilmenin yollarını bulabilmek için öğrenmeye devam etmelisin. Acısan da gözlerin ve kalbin açık olarak bakmaya devam etmelisin. 




2 Mart 2012 Cuma

Bir Varmış Bir Yokmuş, Sermaye Cehalet Peşinde Koşar Dururmuş

Bugün bir yazı yerine bir masal yazmak istedim. Belki de yetişkinlere masallar serisinin ilki olacak bu.

 …Günlerden bir gün, anlamların anlamını yitirdiği, kahkaların yerini buruk ve yamuk ağız gülüşlere bıraktığı, kelamın bol, emirlerin bir yerden geldiği, safsatayla çorbanın başlangıç olarak yendiği, hesabın kimseye kesilmediği yakın diyarlardan birinde çirkin mi çirkin bir kral yaşarmış. Kralın dalkavukları bile yüzüne bakmaktan imtina edermiş; ondan ölesiye korkarken, saklı köşelerde onunla dalga geçmekten de kendilerini alamazlarmış. Öyle ya kral bu, bir insanın bu dünyada sahip olmak isteyebileceği herşeye sahipmiş ama kimse yüzüne bakmak istemiyormuş. Dedikoduya göre kralın yüzünü gören cariyeler 3 gün, 3 gece yemek içmekten kesilir, uyku uyuyamaz olurmuş. Bu yüzden harem ağaları kral ya aynı kızı tekrar isterse diye endişeden en fazla 3 yıl yaşarmış. Ama neticesinde kral bu, küçük iletişim ağı insanı. Sosyal medya diye birşey bilmediğinden hakkındaki dedikoduların günden güne globalleştiğinden bihaber geceleri rahat uykular uyurmuş.

Kral bir gün, insanların zayıf noktalarını bularak buralardan saldırıya geçen, bu saldırıları da silah adı altında tanımlı konvansiyonel araçlarla yapmadığı için, hiçbir zaman öldürme ya da yaralama suçundan dava edilegelmemiş bir grup insanın ağına düşmüş. Bu adamlara Sermaye sözcüleri deniyormuş. Kralın zayıf yanı çirkinliğiymiş, Sermaye sözcüleri de bunu öğrenir öğrenmez planlarını yapıp, jetlerine atlayıp yola çıkmışlar ki; binmeleriyle inmeleri bir olmuş. Bir de bakmışlar karşılarında kral. Başına geleceklerden habersiz zavallı kral, geleceğe dönüş filminin ekibimi bunlar diye kaşları havada, kafasında düşünce baloncuklarıyla aklına gelenlerle renkten renge girmeye devam ederken malum adamlar söze girmiş. ‘Haşmetli kral hazretleri; ününüzü, zenginliğinizi çok uzak diyarlardan işittik. Kabul ederseniz sizlere iş ortaklığı önermek isteriz’ demiş sözcüleri. Kral upuzun kırlaşmış sakallarını önce yukarıdan aşağı, sonra sağdan sola sıvazlayıp adamlara kaşlarını hiç indirmeden yanıt vermiş: ‘Bana, bende olmayan hiçbirşey sunamazsınız, sizinle ne diye iş yapacakmışım’ deyip kocaman bir kahkaha atmış. Sermaye sözcüleri, bu soruya hazırlıklı olmanın verdiği güvenle, hiç istiflerini bozmadan sözcülerine bakmışlar hep birlikte, hepsi içinden merak etme biz sana ihtiyaç yaratırız kral efendi diyorlarmış. Sözcü lafa girmiş: ‘Kralım Allah pek tabi herkese kendine yakışan hatlar vermiştir lakin, bazen sosyal beğeniler bu duruma aykırı gelişebilir, eee nasıl desem, görüyorum ki sizin çok güzel bir yüzünüz var lakin, sosyal medyada cariyelerinizin yaşadıklarından bahsedildiğine tanık olduk’ demiş. Kral o anda sinirden kıpkırmızı kesilip kükreyerek yerinden kalkmış ve adamlarına tez bana sosyal medyayı getirin buyurmuş. Kralın adamları hayatlarında ilk kez duydukları bu yabancıyı nerden bulacaklarını düşünedursunlar, sözcü hemen tekrar lafa girip: ‘Kralların kralı, saygıdeğer kral, bizimle çalışmayı kabul ederseniz sizi baştan yaratabiliriz.’ demiş. Kral içinde bulunuğu öfke denizinin ötesinden bir an güneşi görür gibi olmuş. Duyduklarına inanamamış, yakışıklı bir adam olabilmek için tüm çil altınlarını, kölelerini, tarlalarını ve hatta saraylarını vermeye hazırmış nicedir. Sözü uzatmadan kendi adamlarının şaşkın ama rahatlamış bakışları altında Sermaye sözcüleriyle iş yapmayı kabul etmiş. Kral hayallerinin gerçek olabileceği olasılığının verdiği heyecanla sarhoş bir gülümseme takınıp tahtına geri oturmuş lakin  adamların önereceği işi sormak aklına bile gelmemiş.  Kral bir adamını, Sermaye sözcülerinin istediği herşeyi vermesi için görevlendirip, yakışlı bir insana döneceği günün hayallerini kurarak, sihri yapacak büyücüyü beklemeye başlamış.

Kralımız küçük yer insanı ya; globalleşmeden, küresel ısınmadan, nesli tükenen hayvanlardan, eriyen buzullardan, delinen ozon tabasından, hapislerdeki demokrasi savaşçılarından, koca dayağıyla öldürülen kadınlardan, Ortadoğu’da yaşanlardan, Güney Afrika’daki kıtlıktan, enerji santrallerinin yarattığı kirlenmeden, kanserojen katkı maddelerinden, yüksek dozda radyasyon yayan baz istasyonlarından, bunlar gibi pek çok şeyden ve hatta GDO’lu tarımdan bihabermiş.

Sermaye sözcüleri kralla kaldıkça, onunla sohbet etmeye doyamıyor, kralın cahilliğinden aldıkları keyifle kah havalara uçuyor, kah mercanlara dalıyorlarmış. Kendilerine en çok fayda sağlayabilecek iş kollarının Kral topraklarına kuracakları termik ve nükleer enerji santralleri ve santral kurmaya elverişli olmayan yerlere de ekecekleri GDO’lu tohumlar olduğuna karar verip, diğer seçeneklerden vazgeçmenin verdiği doyumsuz hoşnutsuzlukla işlerine koyulmuşlar. Kralın toprakları dünya üzerinde aklı olan hiçbir insan topluluğunun kabul etmeyeceği nükleer ve termik santral yapımına çok uygunmuş. Bir kere halkın bunların ne olduğuna dair hiçbir fikri olmadığı gibi, ne olmadığına dair de fikri yokmuş, kralımız en doğruyu buyurur diye düşündüklerinden hiç bir kaygıları bulunmuyormuş. Dünya üzerindeki aktivistlerden, okur yazar ve pek tabi ki araştırmacılardan bir haber olduklarından, işleri durdurmaya yönelik hiç bir eylemde bulunma ihtimalleri de yokmuş.  Halkın tepkileri Sermaye sözcülerini korkutmaktaymış çünkü Türkiye ülkesinde 1990 yılında 60 km’lik bir insan zinciri oluşturmak suretiyle Aliağa’nın Gencelli köyüne kurulması planlanan termik santral  Bakanlık kararıyla iptal edilmiş ve bu karar halkın örgütlü tepkisi neticesinde alınması sebebiyle çevrecilerin ilk resmi zaferi ve Sermaye adamlarının korkulu rüyası olagelmiş. Bu nedenle Sermaye sözcüleri bu enerji tesislerinden gelecek enerjiyi ballandıra ballandıra anlatıp, iyice göz boyamaya çalışmak zorunda kalmışlar. Demişler ki; ‘Artık topraklarınızı gelen enerjiyle çalışan sistemler sulayacak, bizim getirdiğimiz makinalar çapalayacak siz sadece ayaklarınızı uzatıp keyif çatacaksınız’. Masum köylü mutluluktan duyduklarına inanamaz olmuş. Sonra tabi GDO’lu tohumlar çıkarılmış ortaya. GDO’lu tohum kendi türünden ya da kendi türünün dışındaki bir canlıdan gen aktarılarak bazı özellikleri değiştirilmiş tohumlara deniyormuş. Tüm insanoğlunun ortak malı olan tohumların genetik yapılarının değiştirilip  sermaye sözcülerince tescil ettirilmesi direk olarak insanlığın geleceğini tehdit etmekteymiş ama iletişim ağının gelişmiş olduğu Dünya’nın diğer taraflarında bile bundan yine çok az insanın haberi varmış. Hatta Sermaye sözcüleri yaptıkları işi meşrulaştırmak adına dünya nüfusunun hızla arttığını,  bu nedenle önümüzdeki yıllarda gıdaların yetersiz kalacağı, bu nedenle de GDO uygulamalarının kaçınılmaz olduğu yalanlarını savurmaktalarmış. Oysa uluslararası sivil toplum kuruluşu OXFAM 13 Şubat’ta yayınladığı bir raporla yoksulluğun sona erdirilmesinin, doğal kaynaklara ilave yük getirmeden, bazı hususların revize edilmesiyle gerçekleştirilebileceğini basbas bağırıyormuş. OXFAM diyormuş ki; ‘Çevresel bozulma ve insani yoksunluk hususlarını birlikte ele almak gerekir. Çünkü açlık, eşitsizlik, sağlık sorunları gibi sosyal sınırlarla, iklim değişikliği ve biyoçeşitliliğin kaybı gibi Dünya ve çevreye ilişkin sınırlar birbirinden ayrılamaz. Dünya nüfusunun %13’ü açlıkla karşıkarşıya ve bu insanlar için gerekli kalori küresel gıda arzının sadece %1’i ile karşılanabilir. Dünya nüfusunun %19’u elektrikten yoksun ve küresel CO2 emisyonlarını %1’in altında artırarak buralara enerji sağlanabilir. Ve yine Dünya nüfusunun günde 1,25$’ın altında gelire sahip olan kesimi olan %21’inin yoksulluğunu önlemek, küresel gelirin sadece %0,2’siyle mümkün.’ Tüm bunlardan haberdar olan azınlık kesim biliyormuş ki Dünya üzerindeki asıl çevresel baskıyı oluşturan aşağı yukarı toplam nüfusun %10’una karşılık gelen Sermaye sözcülerinin aşırı kaynak kullanımı ve bu adamların sürdürülemez yaşam biçimini taklit eden küresel orta sınıfın beklenti ve talepleriymiş.[i] Yani asıl sorun üretim değil, paylaşım sorunuymuş. Oxfam sesini duyurmak için bağrınadursun, Sermaye sözcüleri masum köylüye demiş ki; ‘Biz bu tohumları ve ilaçları bir güzel okutup üflettik. Bunları kullanırsanız ekinlerin yanına ne yabani ot gelecek ne de böcek; artık gübreye de ilaca da gerek kalmayacak’. Köylü de ne yapsın,  neşe içinde olanları seyretmeye koyulmuş. ‘Cennet bu olsa gerek, biz ne şanşlı bir halkız, Kralımız çok yaşa!’ diye düşünüp durmuş. E tabi, Masum köylünün aklına mı gelir, bir kere bu tohum kullanılınca artık topraklarda o tohumdan başka birşeyle ürün yetişmeyeceği, değil otun bu topraklarda karınca bile bitmeyeceği.

Gel zaman git zaman, santrallerin inşası bitmiş, enerji üretimi başlamış, tarlalara sulama sistemleri kurulmuş. İlk mısırlar ve domatesler gün gibi güneş gibi doğmaya başlamış. Onlar büyüdükçe köylünün yüzündeki gülümseme de giderek büyüyor, kralın sabırsızlığı da artıyormuş. Domatesler tornadan çıkmış gibi yusyuvarlak ve kıpkırmızı, mısırlar sapsarı sütlü sütlü ve tonlarca. Köylüde ne gam kalmış ne keder. Bu ne muhteşem bir büyüymüş.

Ama günler günleri kovalarken termik santralin bacasından çıkan kükürtdioksit ve azot oksitler bitkileri once sarartmaya sonra öldürmeye başlamış. Yağış ve bağıl nem fazlalılığı topraktaki asitleşmeyi artırmış, böylece mikrobiyolojik etkinliğin direncini azaltmış, hal böyle olunca da zararlı mantarlar ve böcekler bitki örtüsünü günden güne yok etmeye başlamış. Sağlığa ve doğaya zararlı radyoaktif atıklar rüzgar ve yağışla etrafa dağıldıkları yetmezmiş gibi sinsice yol alıp yer altı suyunu da kirletmiş. Bunlardan Kral da köylüler de bihabermiş.

Günler rahatlığın ve neşenin kollarında akıp geçerken öyle bir zaman gelmiş ki köyde sebepsiz yere hastalanmaya başlamış insanlar. Bir anda yemeden içmeden kesilen, elden ayaktan düşen kadınlar, erkekler, çocuklar ve yaşlılar. Bilenler biliyormuş ki bu insanlar en çok solunum yolu, kalp, cilt ve gelişim bozukluğu hastalıklarıyla yüzleşmek durumda kalıyorlarmış. Kral bu işe bir anlam verememekteymiş çünkü Türkiye adındaki bir ülkenin Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker, 2011 yılının Aralık ayında yaptığı açıklamada GDO’lu mısırın yemlerde kullanılmasına ilişkin “Zarar verirse hayvana verir buradan besine asla geçmez. GDO’nun ete, süte ve yumurtaya geçtiğini kanıtlayan bir tane bile bilimsel çalışma, veri yok” buyuruyormuş[ii]. Ancak her nasılsa, yine aynı ülkenin Biyo Güvenlik Kurulu “Literatür incelendiğinde bazı araştırmalar transjening genetiği değişmiş DNA’nın memelilerin bağırsaklarında sindirilemeyeceğini gösterirken son zamanlarda yapılan bazı araştırmalar besinler yoluyla alınan transjening DNA’ların sindirim sisteminde sindirilmediğini, hücrelere kadar taşınabileceğini göstermiştir.’ demiş. Saf kralımız ne yapsın bunları kazara duyunca kararsız kalmış ve tüm cehaletiyle, zenginliklerini ve refahlarını kıskanan insanların nazarlarının değdiğine inanmaya başlamış. Hekim başılar hastalara yetişemez olmuş. Köyün üzerindeki güneş sisten ve hava kirliliğinden görünmez olmuş, sular atıklarla dolmuş. Köyde durum günden güne kötüleşmiş. Kral hala gidişata bir dur demiyor kendi havucuna sıra gelmesini sabırsızlıkla bekliyormuş.

Günler günleri kovalarken, onu çok yakışıklı yapacak büyünün yapılmasını beklerken, kral da kanserin pençesinde kıvranmaya başlamış. Ölüm döşeğinde Sermaye sözcülerine etmediği laf kalmamış. Kendini aldatılmış ve kandırılmış hissediyor, elindekilerle yetinmemesi yüzünden masum köylülerin günahına girdiğini düşündükçe vicdan azabıyla doluyor ve yattığı yerde sinir krizleri geçiriyormuş.  Sermaye sözcüleri kralın ölmesine birkaç saat kala yanına gelip aslında kendilerinin de genetiği ile oynandığını üstüne etik duygularının yerine para hırsının implant edildiğini ve bunu anlamadığı için kralın sadece çirkin olmakla kalmayıp çok da aptal olduğunu yüzüne vurup, kapıyı çarpıp çıkmışlar. Ne de olsa kaybedecek vakit yok, cahil diyarlarda kazanacak para çokmuş.

Kralın ülkesindeki bu masal mutsuz bitmiş bitmesine ama Dünya’nın geri kalanı sosyal medya sayesinde asıl sorunun cehalet sorunu olduğunu anlamış ve aynı tuzaklara düşmemiş. Sermaye sözcüleri cehalet bulma peşinde sonsuza kadar dolaşıp durmuş.

Bu bir masal olduğu için Dünya’nın geri kalanı Sermaye sözcüleriyle başedebilmeyi başarmış ama bu yazı masal değil gerçek olsaymış kimse sonunu duymak istemezmiş. Sonunu duymak istemeyenlerin hepsi o sırada İspanya’da yapılan Uluslararası Kafes Kuşları Şampiyonasını izliyor ve mesaisini Dünya’nın en güzel kafes kuşlarını seçmek için harcıyormuş.



[i] Cumhuriyet Sürdürülebilir Yaşam Eki, Nihan Gürdenli, Doğayı Bozmadan yoksullukla mücadele mümkün..,28/02/2012
[ii] Habertürk, 27/11/2011