22 Mart 2012 Perşembe

Herşey Net Sanıyordum

Kimliklerimizin tanımları netti, hatta sorsan çerçevelerini bile gösterebilirdim sana. Sen sen'din ve ben de ben işte. Senin sen olarak yaptığın ama benim nedenini bilmediğim, hatta öğrenmeye pek çabalamasam da keşke yapmasan dediğim şeyler de vardı muhakkak. 
Seni bana yetecek kadar biliyordum, daha fazlasına gerek yoktu. 
Bir zaman, beynimde, bilinen insanlar rafına kaldırıp, üzerine kafa yormaya gerek olmayanlara koymuştum seni.
Ama birşey oldu ve o gün bambaşka bir kimlik içinde gördüm seni. Bu en çok bana sürpriz olmuştu, sen olanın farkında bile değildin. Öylece yatıyordun karşımda, incecik gözyaşları sızıyordu bir gözünün kenarından. Anlattın anlattın, benden cevap beklemeden cevabını bildiğin sorular sordun durdun. İşte o an küçücük göründün gözüme, daha da emanet oldun bana. O an yapabildiğim tek şey, yanında olmaktı. 
Sen anlatırken, ben aklımın bir yanıyla başka bir yerlere gittim. Gittikçe daha da kıymetlendin bana.
Tüm çocuk yanımla yaşananları değiştirmek istedim ama olmadı. Sen benden daha çok inanmıştın sanki olanların gerçekliğine, bense hala uğraşıyordum.
O gece bitti, pek çok sonraki gece de.. Hayat yorgunluğumuzu silmek için son süratle yeniler koyarken önümüze, normalleşmeye başladı yeniden herşey. En basitinden, önemli olup da önemsizleşmiş gibi gelen şeyler yeniden önemli görünmeye başladı gözümüze. Anlaşılan iyileşiyorduk ikimizde. 
Öyleyse artık sen karar vereceksin bana göstermek istediğin kimliğine..



Bilseydin Yapmazdın, Biliyordun Ama Niye Yaptın?


Son kez baktım çıkarken. Her zamanki gibi loştu odan, arkada kaldığından pek ışık almıyordu ilk günden beri. Birtanecik penceresinin baktığı yer kedilerin uğrak yeri bir apartman boşluğu.. Çift kişilik bir yatak, küçücük bir komodinle, 3 kapılı bir dolabın anca sığdığı bu odanın, kimliğini bağırırcasına ifşa eden kokusu yıllandı yıllar yılı, güçlendi ama asla değişmedi. Senin çıktığının bilmem kaçıncı günü, zar zor bulduğum anahtarıyla açtığım kilitli kapısından içeri girerken, bu kokuyla tüm mazimizi hatırlayacağımı hiç aklıma getirmemiştim. İçeri girdim ve kapattım kapıyı arkamdan. Kapıyı kapatırken yatakla kapı arasında sıkışmamak için ani bir hamle yapmam gerekti. Öylece durdum ayakta, odanı seyrettim. Kokladığım geçmişe daldım bir süre.. Ta ki kokunu hafızama kazıyana kadar. Kullanmaya kıyamadığın elma şeklinde parfümünün şişesini aldım elime oynadım bir süre. Okuma gözlüklerinin kabını görünce usulca bıraktım onu yerine. Pembe beyaz saplı dikdörtgen gözlüklerini aldım elime.. camlarında parmak izlerin..Onu daha hızlı koydum geriye.. Bebekliğimi Omo kutusuna koyma fikri nerden gelmişti aklına? Seni, elinde karton ağzı en geniş yerinden açılmış Omo kutusuyla hayal ettim, gülümsedim.. Kendimi koyamadım resme, hatırımdaki ben silik bir gölge.
Geri gelemeyeceğimi bilerek çıktım son kez. Asıl bir gün geri gelsem de hiçbirşeyin aynı olmayacağını bilmek perçinledi imkansızlığımı. Diğer odalarına da hoşçakal diyerek arkamda bıraktım senli onlarca anıyı. Senin de geri gelemeyeceğini hatırlamak çok acıttı canımı. Ama bundan daha da çok buzdolabına iliştirdiğin, alışveriş fişinin arkasına inci gibi bir el yazısıyla yazdığın, diyet yemek tarifinle; hiçbir çerçeveden kendine bakmak istemeyişin gerçeği yaktı içimi.
Bilseydin yapmazdın, biliyordun ama niye yaptın?...


13 Mart 2012 Salı

Arka Sokaklar


Sokakların da birer kimlikleri var hepimiz gibi. Ana sokaklarla, ara sokaklar ve hatta arka sokaklar bile kırmızı bir tebeşirler ayrılabilir birbirinden.
Ben en çok arka sokakları severim. Arka sokaklar her zaman daha gizemli gelir bana. Aşikar değildir onlar, ifşa etmeyi sevmezler kendilerini. Özenle pişirilen köpüklü bir türk kahvesinin köpüğü alındıktan sonra geriye kalanıdırlar sanki. Sıradan görünerek gizlerler içindekileri, asla ana sokaklar kadar popüler olmasalar da, onlarsız da olmaz günün sonunda.
Korundukça kıymetlenen inci misali, beslerler içlerindeki hayatı böylece kendine has olma imkanı verirler sakinlerine çünkü gözler üzerlerinde değilken daha kolay başarır insanlar kendi gibi olmayı.
Aynı nedenle de bitmez arka sokak hikayeleri. Tıpkı dublör kullanan oyuncular gibi ilgiyi ana sokaklara bırakıp, sakinleşir ve hava alırlar adeta.
Onlar her zaman alternatiftir, asıl olmamanın verdiği özgürlükten keyfi.
Sanılanın aksine daha cafcaflıdırlar ana sokaklardan, uymaları gereken kurallar yoktur neticesinde.
Arka sokaklar her zaman daha yakındır hayata, daha yaşanılası.


Bir Koyabilsek Ben'i Sen'in Yerine

Duygular, hatıraların öncelikli hatırlatıcısı ve kodlayıcısı olarak başrolde yaşıyor hayatlarımızda. Duygu kodlamalarıyla kaydedilen olayların diğerlerine kıyasla daha sık ve daha net hatırlandığını söylüyor kelli felli araştırmalar. Stanislavski de bu yüzden oyuncuların kendi duygusal belleklerinden ilham almaları gerektiğini söylüyor. Çünkü çağrışımlarla örülüyor zihinler ve empati, benzer olayları yaşarken ben ne hissetmiştim diye düşünmekten geçiyor. Ben’i sen’in yerine koymaktan geçiyor türlü anlama çabaları. Sen’i anlama çabası yönlendiriyor ben’lik kayıklarını aslında. Tıpkı adalet gibi adil olma çabası gibi. Önce ben’in tercihleri var ama sen’in tercihlerini anlamaya çalıştığım, çabalayabildiğim oranda saygı duyabiliyorum sana. Tabi arada bir hata payı bırakmalı her zaman, okulda fizik derslerinde sıkça söylendiği gibi her şey NŞA’da (normal şartlar altında) gerçekleşemiyor.

Ben’i sen’in yerine koymak için önce masaya konuya uygun hatıralarımı koymam gerekiyor. Mümkün olduğunca çok ve mümkün olduğunca doğru. Bazen bunun için ufacık şeylere dikmem gerekiyor gözümü hem de gözüm çağrışımları serbest bıraktırana kadar zihnime. Sonrası mı? Sonrası bir cümbüş ortamı adeta. Neler neler varmış sakladığım. Bunu da mı kaydetmişim, burasını da mı? Şaşırıyorum ortaya saçılanlara. Demek ben de senin gibi diyebilmişim işime geldiğinde, senin gibi bağırabilmişim, küsebilmişim. Kabul ettirmek zor bunları kendime. Ama deniyorum işte.

Peki ya sen? Sen kendini koyabilir miydin benim yerime? 




9 Mart 2012 Cuma

Oysa Can Atıyordum Seninle Kucaklaşmaya

Kapı deliğinden bakmaya çalıştığını görüyordum tabi. Gölgen süzülüyordu buzlu camdan ama sen farkında bile değildin bunun. Oysa açsaydın keşke kapıyı, girseydin ve kucaklaşsaydık hiç düşünmeden. Aramızdaki ürkütücü uçurumlar karanlık yalnızlıklara gebe olmasaydı keşke bu kadar. 
Biliyor musun anımsamıyorum artık sana neden küstüğümü, yıllardır senle dertleşememiş olmak çok saçma geliyor. Şimdi açsan kapıyı ve gelsen, kaldığımız yerden devam edecek sanki herşey. En son ne zaman karşılıklı kahkahalar savurduğumuzu hatırlamıyorum, az önceymiş gibi geliyor bana. Az önceden şimdiye kaç gün geçti acaba, kaç ay, kaç yıl?
Hatırlıyor musun kırmızı gelinciklerden yemek yapardık bizim apartmanın bahçesinde. Gelincikler parmaklarımızı boyardı. Evdeki en eski paspaslar bizim payımıza düşerdi her zaman. Apartman boşluğunundaki loş serinliğe sererdik onları. Senin paspasına oturmaya gelirdim, kucağımda gelincik yemeği. Sen karışık otlardan detox yiyecekleri ikram ederdin bana. Ne lezzetli yemeklerdi onlar, ağzımızı numaracıktan nasıl da şapırdatırdık. Vakit hızlıca geçerken yanımızdan, bizim konuşacak uydurma mevzularımız hiç bitmezdi. Havanın kararmasından nefret ederdik, o gerçek evlere dönme vaktinin geldiğini bağırırdı bize. O bağırmazsa annelerimiz bağırırdı onun yerine. Sabah olsa da misafirliğe gitsek diye düşünerek geçerdi akşamlar.
Şimdi bak gerçek tabaklarım, bardaklarım oldu. Gelinciklere gerek yok daha lezzetli şeyler alabiliyorum. Sahici bir evim var, eskiyen paspaslara da gerek kalmadı. Havanın kararmasından endişe etmeye de luzüm yok ama ben hala o sohbetleri özlüyorum. 
Keşke yalancıktan açsaydın, yalancıktan girseydin içeri, şakacıktan sarılsaydık birbirimize. Belli ki gerçekten özlemiştin sen de beni.
Hiç beklemeden sormak istiyordum oysa, bensizlikte sen ne kadar vakit geçirdin? Yine gelincik yemeği yapmamı ister miydin? Oyunlara hasret kalmışmıydın sen de, şakacıktan da olsa sadece canının istediklerini yapmak istiyor muydun? Girmedin sen hiç öğrenemedim bunları. Kalkmadım ben de açmadım kapıyı, bekledim sadece. Oysa nasıl da can atıyordum seninle kucaklaşmaya..



8 Mart 2012 Perşembe

Asıl Güven Duygunu Kaybettiğin An Terkeder Anıların Seni

Bugün insanlara güvenmeyi yeniden öğrenmeni istiyorum. Kötü tecrübelerinin başyapıtı olan güvensizlik duygunu unut! Bugün birlikte hayatı yeniden görmeyi öğrenelim. 
Unuttuğun güzel anılarını yeniden hatırlayabilmeni çok istiyorum. Bilinçaltının karanlık dehlizlerine yatırdığın anıların tamamı kötü olamaz güven bana. Unutmak istediğin her olaydan alman gereken bir ders, seni mutlu edecek, seni büyütecek bir detay bulabileceğine eminim. O yüzden iyileri ayıklamamız şart!
Şimdi sıkı sıkı kapat gözlerini, ama kırpmaya çabalama, sakın açma ihtiyacı hissetme. Işığı görmeyince paniğe kapılma, insan bir tek gözleriyle görmez bunu bil. Sen de duyabiliyor musun kokuları benim gibi? Yanından geçenlerin enerjilerini hissedebiliyor musun? Onların adımlarını görebiliyor musun kulaklarınla?  
Olmuyor mu? Üzülme elbet sen de görebileceksin yeniden güvenebileceğini sezince.
En son ne zaman dokundun bir başkasına sırf sıcaklığını hissetmek için? En son ne zaman korkmadan dokunabildin bir arkadaşına yalnış anlaşılmaktan korkmadan? Hadi bugün tut ellerimi ve hatırla unuttuğun sıcaklığı. 
Biliyorum önce küçük adımlarla yavaş yavaş yürüyeceksin benle, diz kapaklarını çarpmaktan korktuğun için eğeceksin sırtını. Yürüyeceğiz yavaş yavaş, ta ki sırtın dikleşene, adımların hızlanana dek. Bir de bakmışsın içinde çocukluğunun sesi. O an sessizce ve birbirimizin gözlerine bakmadan bile konuşabileceğiz seninle.
Sonra eşyalar koyacağım avucuna, alakasız, saçma. Bir fıstığın seni çıkardığı yolculuğu duyunca gözlerimizi faltaşı gibi açarak şaşacağız senin odunlu sobalara yetişmene. Peki kömür kokusu diyeceğim sana? Gözlerin dolacak anılarınla.
Sonra bir kalem, kırmızı bir ayakkabı, bir uçan balon, bir müzik kasedi, bir el kremi kokusu..
Şimdi bir kerecik de olsa kendini bırakabilmeni istiyorum.



5 Mart 2012 Pazartesi

Gerçek Masal Olsun Diye..

Masallara da, efsanelere de inanmayı seçtin sen. Gerçek, kirli bir tuvalde, yarı saydam boyalarla gizlemeye çalışsada yüzünü lekeleri görüyordun önce. Sen lekesizliğe adanmış bir hayatın parçası olmakla gururlanmak yolundan gitmek isterdin, lekesizliğin cinsiyet yorumundan nefret eder, sence lekesizliğin tanımını yapar, onu göstermek isterdin insanlara. Hayatın ve insanlarının her zamanki halleri en kıymetli araçlarındı. Bu yüzden belki diğer insanların gördüklerini de merak etmekten alıkoyamazdın kendini. Buna rağmen Dali’nin karıncaları ürkütürdü yine de seni. Hayatta olmayan bir kardeşe bu kadar benzemek ve ikame muamelesi görmek korkunç bir kader olsa gerekti. Bruegel bir nebze daha iyi bir gözdü senin için. Bir Bruegel yansımasında, yüzlerce çocuğun kemikle, odunla, çemberle oynayışı neşeli görünmüştü gözüne. Oysa çocukların oyunlarda yetişkinleri taklit ettiklerini hiç aklına getirmemiştin daha önce. Ve Bruegel’in çocukları yaşsız resmetmesi daha da ilginç gelmişti sana. Evet gerçekten de hiçbirinin yüzü yaşını belli etmiyordu.
Hayatı masallara ve efsanelere uyarlamaya çalışanları daha da çok sevdin ama. Hundertwasser gerçek bir efsaneydi mesela. İnsanın doğanın bir parçası olduğu gerçeğini bilen ve buna uygun yaşaması gerektiğini savunan az sayıda insandan biriydi. Senin için de insanın topraktan ve güneşten ayrılması bir kabustu ve büyük şehirlerin en bilindik gerçeğiydi bu. Büyük şehir insanları renksizlikle kelepçelenerek betonlara hapsedilmişti adeta. İnsanları topraktan kopararak, hem kendinden hem de diğerlerinden uzaklaştıran ve  bundan fayda sağlayan bir ideolojinin  kurbanı etmişlerdi. Oysa Hundertwasser önce seri üretilsin diye düzlemlerle kaplanan zeminlere, tavanlara, kapılara ve pencerelere karşı çıktı. Bu fikre sen de hayran kalmıştın. Dümdüzlüğün en başında kavram olarak Dünya ve insanla uyumsuzluğunu farketmiştin. Bir kere Dünya kendisi bile eliptikti. İnsan, insanda düzlükten eser yoktu. Sonra insan ve seri üretim kavramının yanyana ne kadar çirkin göründüğünü farkettin. İnsan kendine özel bir varlıktı ve öyle kalırsa değerliydi. Seri üretimle insan üretmeye çalışan ideolojilerden de nefret ederdin sen. İnsanları aynılaştırmaya, beyni boşaltılmış suretlere çevirmeye çalışmak nasıl bir cüretti ki!  Peki renkler ve doğa?  Neden sende pencerenin dışını boyayamıyor, bahçeden bir terasta yaşayamıyordun ki? Bunlar işte Dünyayı masal yapacak dokunuşlardı, Ege otobanları kenarlarındaki selvileri fırçaya benzetip binaları bu dev fırçalarla boyamayı istemek iyi bir hayaldi belki ama yetmezdi. Hundertwasser bu hayalleri gerçeğe dokundurabilmişti, bir hayalperestten öte hem gerçek hem hayal olabilenin yüzüydü o, o yüzden de değerliydi.
Şimdi için acıyarak farkediyorsun ki Dünya’nın hala aslına uygun varolabilen azıcık kısmı masal oldu çıktı. Oysa Dünya’nın  kendi, tamamiyle masal güzelliğindeydi bir zamanlar. O azıcık kısmı olağanüstü adledilecek kadar azaldı. O azıcık kısım için savaşan insanlardan biri Leyla Yalçınkaya. Masalsı hayata vurulan silgi darbelerine karşı direnmeye çalışıyor soluğu yettiğince. Tıpkı 73 yaşındaki babaannesi gibi. Tortum’a yapılması planlanan HES projesine direniyor ondan sonra yaşanacakları bildiği için. Bunun için ceza alıyor babaannesi ve diğer eylemciler gibi.  Bu yaşananları görünce sen de yine yeniden sorgulamaya başlıyorsun, devlet insanını ve tanımlı toprağını korumak için kurulmamış mıydı en başından? Kendi kendini yok etme yolunda ilerleyen bir mekanizmanın dişlilerini kırmak için, o dişlilerin arasına insanları mı sokmak gerekiyor ille de? Senin bildiğin masallarda da kötüler vardı ama masalın sonunda kötüler ya yok ölür ya da iyiye dönüşürdü. O yüzden mutluydu bütün masallar oysa Dünya masalsılığından eksiliyordu günden güne. Pırıltısından geriye buruk bir gülümseme bile bırakılmadan siliniyordu son süratle.  Gerçek de temiz bir tuvalde resmedilmişti demek ki bir zamanlar. Gerçeği lekelerinden arındırmak, Dünya’yı yeniden masala döndürmek için dişlileri arasına insan sokmadan durdurabilmenin ve hatta geriye çevirebilmenin yollarını bulabilmek için öğrenmeye devam etmelisin. Acısan da gözlerin ve kalbin açık olarak bakmaya devam etmelisin. 




2 Mart 2012 Cuma

Bir Varmış Bir Yokmuş, Sermaye Cehalet Peşinde Koşar Dururmuş

Bugün bir yazı yerine bir masal yazmak istedim. Belki de yetişkinlere masallar serisinin ilki olacak bu.

 …Günlerden bir gün, anlamların anlamını yitirdiği, kahkaların yerini buruk ve yamuk ağız gülüşlere bıraktığı, kelamın bol, emirlerin bir yerden geldiği, safsatayla çorbanın başlangıç olarak yendiği, hesabın kimseye kesilmediği yakın diyarlardan birinde çirkin mi çirkin bir kral yaşarmış. Kralın dalkavukları bile yüzüne bakmaktan imtina edermiş; ondan ölesiye korkarken, saklı köşelerde onunla dalga geçmekten de kendilerini alamazlarmış. Öyle ya kral bu, bir insanın bu dünyada sahip olmak isteyebileceği herşeye sahipmiş ama kimse yüzüne bakmak istemiyormuş. Dedikoduya göre kralın yüzünü gören cariyeler 3 gün, 3 gece yemek içmekten kesilir, uyku uyuyamaz olurmuş. Bu yüzden harem ağaları kral ya aynı kızı tekrar isterse diye endişeden en fazla 3 yıl yaşarmış. Ama neticesinde kral bu, küçük iletişim ağı insanı. Sosyal medya diye birşey bilmediğinden hakkındaki dedikoduların günden güne globalleştiğinden bihaber geceleri rahat uykular uyurmuş.

Kral bir gün, insanların zayıf noktalarını bularak buralardan saldırıya geçen, bu saldırıları da silah adı altında tanımlı konvansiyonel araçlarla yapmadığı için, hiçbir zaman öldürme ya da yaralama suçundan dava edilegelmemiş bir grup insanın ağına düşmüş. Bu adamlara Sermaye sözcüleri deniyormuş. Kralın zayıf yanı çirkinliğiymiş, Sermaye sözcüleri de bunu öğrenir öğrenmez planlarını yapıp, jetlerine atlayıp yola çıkmışlar ki; binmeleriyle inmeleri bir olmuş. Bir de bakmışlar karşılarında kral. Başına geleceklerden habersiz zavallı kral, geleceğe dönüş filminin ekibimi bunlar diye kaşları havada, kafasında düşünce baloncuklarıyla aklına gelenlerle renkten renge girmeye devam ederken malum adamlar söze girmiş. ‘Haşmetli kral hazretleri; ününüzü, zenginliğinizi çok uzak diyarlardan işittik. Kabul ederseniz sizlere iş ortaklığı önermek isteriz’ demiş sözcüleri. Kral upuzun kırlaşmış sakallarını önce yukarıdan aşağı, sonra sağdan sola sıvazlayıp adamlara kaşlarını hiç indirmeden yanıt vermiş: ‘Bana, bende olmayan hiçbirşey sunamazsınız, sizinle ne diye iş yapacakmışım’ deyip kocaman bir kahkaha atmış. Sermaye sözcüleri, bu soruya hazırlıklı olmanın verdiği güvenle, hiç istiflerini bozmadan sözcülerine bakmışlar hep birlikte, hepsi içinden merak etme biz sana ihtiyaç yaratırız kral efendi diyorlarmış. Sözcü lafa girmiş: ‘Kralım Allah pek tabi herkese kendine yakışan hatlar vermiştir lakin, bazen sosyal beğeniler bu duruma aykırı gelişebilir, eee nasıl desem, görüyorum ki sizin çok güzel bir yüzünüz var lakin, sosyal medyada cariyelerinizin yaşadıklarından bahsedildiğine tanık olduk’ demiş. Kral o anda sinirden kıpkırmızı kesilip kükreyerek yerinden kalkmış ve adamlarına tez bana sosyal medyayı getirin buyurmuş. Kralın adamları hayatlarında ilk kez duydukları bu yabancıyı nerden bulacaklarını düşünedursunlar, sözcü hemen tekrar lafa girip: ‘Kralların kralı, saygıdeğer kral, bizimle çalışmayı kabul ederseniz sizi baştan yaratabiliriz.’ demiş. Kral içinde bulunuğu öfke denizinin ötesinden bir an güneşi görür gibi olmuş. Duyduklarına inanamamış, yakışıklı bir adam olabilmek için tüm çil altınlarını, kölelerini, tarlalarını ve hatta saraylarını vermeye hazırmış nicedir. Sözü uzatmadan kendi adamlarının şaşkın ama rahatlamış bakışları altında Sermaye sözcüleriyle iş yapmayı kabul etmiş. Kral hayallerinin gerçek olabileceği olasılığının verdiği heyecanla sarhoş bir gülümseme takınıp tahtına geri oturmuş lakin  adamların önereceği işi sormak aklına bile gelmemiş.  Kral bir adamını, Sermaye sözcülerinin istediği herşeyi vermesi için görevlendirip, yakışlı bir insana döneceği günün hayallerini kurarak, sihri yapacak büyücüyü beklemeye başlamış.

Kralımız küçük yer insanı ya; globalleşmeden, küresel ısınmadan, nesli tükenen hayvanlardan, eriyen buzullardan, delinen ozon tabasından, hapislerdeki demokrasi savaşçılarından, koca dayağıyla öldürülen kadınlardan, Ortadoğu’da yaşanlardan, Güney Afrika’daki kıtlıktan, enerji santrallerinin yarattığı kirlenmeden, kanserojen katkı maddelerinden, yüksek dozda radyasyon yayan baz istasyonlarından, bunlar gibi pek çok şeyden ve hatta GDO’lu tarımdan bihabermiş.

Sermaye sözcüleri kralla kaldıkça, onunla sohbet etmeye doyamıyor, kralın cahilliğinden aldıkları keyifle kah havalara uçuyor, kah mercanlara dalıyorlarmış. Kendilerine en çok fayda sağlayabilecek iş kollarının Kral topraklarına kuracakları termik ve nükleer enerji santralleri ve santral kurmaya elverişli olmayan yerlere de ekecekleri GDO’lu tohumlar olduğuna karar verip, diğer seçeneklerden vazgeçmenin verdiği doyumsuz hoşnutsuzlukla işlerine koyulmuşlar. Kralın toprakları dünya üzerinde aklı olan hiçbir insan topluluğunun kabul etmeyeceği nükleer ve termik santral yapımına çok uygunmuş. Bir kere halkın bunların ne olduğuna dair hiçbir fikri olmadığı gibi, ne olmadığına dair de fikri yokmuş, kralımız en doğruyu buyurur diye düşündüklerinden hiç bir kaygıları bulunmuyormuş. Dünya üzerindeki aktivistlerden, okur yazar ve pek tabi ki araştırmacılardan bir haber olduklarından, işleri durdurmaya yönelik hiç bir eylemde bulunma ihtimalleri de yokmuş.  Halkın tepkileri Sermaye sözcülerini korkutmaktaymış çünkü Türkiye ülkesinde 1990 yılında 60 km’lik bir insan zinciri oluşturmak suretiyle Aliağa’nın Gencelli köyüne kurulması planlanan termik santral  Bakanlık kararıyla iptal edilmiş ve bu karar halkın örgütlü tepkisi neticesinde alınması sebebiyle çevrecilerin ilk resmi zaferi ve Sermaye adamlarının korkulu rüyası olagelmiş. Bu nedenle Sermaye sözcüleri bu enerji tesislerinden gelecek enerjiyi ballandıra ballandıra anlatıp, iyice göz boyamaya çalışmak zorunda kalmışlar. Demişler ki; ‘Artık topraklarınızı gelen enerjiyle çalışan sistemler sulayacak, bizim getirdiğimiz makinalar çapalayacak siz sadece ayaklarınızı uzatıp keyif çatacaksınız’. Masum köylü mutluluktan duyduklarına inanamaz olmuş. Sonra tabi GDO’lu tohumlar çıkarılmış ortaya. GDO’lu tohum kendi türünden ya da kendi türünün dışındaki bir canlıdan gen aktarılarak bazı özellikleri değiştirilmiş tohumlara deniyormuş. Tüm insanoğlunun ortak malı olan tohumların genetik yapılarının değiştirilip  sermaye sözcülerince tescil ettirilmesi direk olarak insanlığın geleceğini tehdit etmekteymiş ama iletişim ağının gelişmiş olduğu Dünya’nın diğer taraflarında bile bundan yine çok az insanın haberi varmış. Hatta Sermaye sözcüleri yaptıkları işi meşrulaştırmak adına dünya nüfusunun hızla arttığını,  bu nedenle önümüzdeki yıllarda gıdaların yetersiz kalacağı, bu nedenle de GDO uygulamalarının kaçınılmaz olduğu yalanlarını savurmaktalarmış. Oysa uluslararası sivil toplum kuruluşu OXFAM 13 Şubat’ta yayınladığı bir raporla yoksulluğun sona erdirilmesinin, doğal kaynaklara ilave yük getirmeden, bazı hususların revize edilmesiyle gerçekleştirilebileceğini basbas bağırıyormuş. OXFAM diyormuş ki; ‘Çevresel bozulma ve insani yoksunluk hususlarını birlikte ele almak gerekir. Çünkü açlık, eşitsizlik, sağlık sorunları gibi sosyal sınırlarla, iklim değişikliği ve biyoçeşitliliğin kaybı gibi Dünya ve çevreye ilişkin sınırlar birbirinden ayrılamaz. Dünya nüfusunun %13’ü açlıkla karşıkarşıya ve bu insanlar için gerekli kalori küresel gıda arzının sadece %1’i ile karşılanabilir. Dünya nüfusunun %19’u elektrikten yoksun ve küresel CO2 emisyonlarını %1’in altında artırarak buralara enerji sağlanabilir. Ve yine Dünya nüfusunun günde 1,25$’ın altında gelire sahip olan kesimi olan %21’inin yoksulluğunu önlemek, küresel gelirin sadece %0,2’siyle mümkün.’ Tüm bunlardan haberdar olan azınlık kesim biliyormuş ki Dünya üzerindeki asıl çevresel baskıyı oluşturan aşağı yukarı toplam nüfusun %10’una karşılık gelen Sermaye sözcülerinin aşırı kaynak kullanımı ve bu adamların sürdürülemez yaşam biçimini taklit eden küresel orta sınıfın beklenti ve talepleriymiş.[i] Yani asıl sorun üretim değil, paylaşım sorunuymuş. Oxfam sesini duyurmak için bağrınadursun, Sermaye sözcüleri masum köylüye demiş ki; ‘Biz bu tohumları ve ilaçları bir güzel okutup üflettik. Bunları kullanırsanız ekinlerin yanına ne yabani ot gelecek ne de böcek; artık gübreye de ilaca da gerek kalmayacak’. Köylü de ne yapsın,  neşe içinde olanları seyretmeye koyulmuş. ‘Cennet bu olsa gerek, biz ne şanşlı bir halkız, Kralımız çok yaşa!’ diye düşünüp durmuş. E tabi, Masum köylünün aklına mı gelir, bir kere bu tohum kullanılınca artık topraklarda o tohumdan başka birşeyle ürün yetişmeyeceği, değil otun bu topraklarda karınca bile bitmeyeceği.

Gel zaman git zaman, santrallerin inşası bitmiş, enerji üretimi başlamış, tarlalara sulama sistemleri kurulmuş. İlk mısırlar ve domatesler gün gibi güneş gibi doğmaya başlamış. Onlar büyüdükçe köylünün yüzündeki gülümseme de giderek büyüyor, kralın sabırsızlığı da artıyormuş. Domatesler tornadan çıkmış gibi yusyuvarlak ve kıpkırmızı, mısırlar sapsarı sütlü sütlü ve tonlarca. Köylüde ne gam kalmış ne keder. Bu ne muhteşem bir büyüymüş.

Ama günler günleri kovalarken termik santralin bacasından çıkan kükürtdioksit ve azot oksitler bitkileri once sarartmaya sonra öldürmeye başlamış. Yağış ve bağıl nem fazlalılığı topraktaki asitleşmeyi artırmış, böylece mikrobiyolojik etkinliğin direncini azaltmış, hal böyle olunca da zararlı mantarlar ve böcekler bitki örtüsünü günden güne yok etmeye başlamış. Sağlığa ve doğaya zararlı radyoaktif atıklar rüzgar ve yağışla etrafa dağıldıkları yetmezmiş gibi sinsice yol alıp yer altı suyunu da kirletmiş. Bunlardan Kral da köylüler de bihabermiş.

Günler rahatlığın ve neşenin kollarında akıp geçerken öyle bir zaman gelmiş ki köyde sebepsiz yere hastalanmaya başlamış insanlar. Bir anda yemeden içmeden kesilen, elden ayaktan düşen kadınlar, erkekler, çocuklar ve yaşlılar. Bilenler biliyormuş ki bu insanlar en çok solunum yolu, kalp, cilt ve gelişim bozukluğu hastalıklarıyla yüzleşmek durumda kalıyorlarmış. Kral bu işe bir anlam verememekteymiş çünkü Türkiye adındaki bir ülkenin Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker, 2011 yılının Aralık ayında yaptığı açıklamada GDO’lu mısırın yemlerde kullanılmasına ilişkin “Zarar verirse hayvana verir buradan besine asla geçmez. GDO’nun ete, süte ve yumurtaya geçtiğini kanıtlayan bir tane bile bilimsel çalışma, veri yok” buyuruyormuş[ii]. Ancak her nasılsa, yine aynı ülkenin Biyo Güvenlik Kurulu “Literatür incelendiğinde bazı araştırmalar transjening genetiği değişmiş DNA’nın memelilerin bağırsaklarında sindirilemeyeceğini gösterirken son zamanlarda yapılan bazı araştırmalar besinler yoluyla alınan transjening DNA’ların sindirim sisteminde sindirilmediğini, hücrelere kadar taşınabileceğini göstermiştir.’ demiş. Saf kralımız ne yapsın bunları kazara duyunca kararsız kalmış ve tüm cehaletiyle, zenginliklerini ve refahlarını kıskanan insanların nazarlarının değdiğine inanmaya başlamış. Hekim başılar hastalara yetişemez olmuş. Köyün üzerindeki güneş sisten ve hava kirliliğinden görünmez olmuş, sular atıklarla dolmuş. Köyde durum günden güne kötüleşmiş. Kral hala gidişata bir dur demiyor kendi havucuna sıra gelmesini sabırsızlıkla bekliyormuş.

Günler günleri kovalarken, onu çok yakışıklı yapacak büyünün yapılmasını beklerken, kral da kanserin pençesinde kıvranmaya başlamış. Ölüm döşeğinde Sermaye sözcülerine etmediği laf kalmamış. Kendini aldatılmış ve kandırılmış hissediyor, elindekilerle yetinmemesi yüzünden masum köylülerin günahına girdiğini düşündükçe vicdan azabıyla doluyor ve yattığı yerde sinir krizleri geçiriyormuş.  Sermaye sözcüleri kralın ölmesine birkaç saat kala yanına gelip aslında kendilerinin de genetiği ile oynandığını üstüne etik duygularının yerine para hırsının implant edildiğini ve bunu anlamadığı için kralın sadece çirkin olmakla kalmayıp çok da aptal olduğunu yüzüne vurup, kapıyı çarpıp çıkmışlar. Ne de olsa kaybedecek vakit yok, cahil diyarlarda kazanacak para çokmuş.

Kralın ülkesindeki bu masal mutsuz bitmiş bitmesine ama Dünya’nın geri kalanı sosyal medya sayesinde asıl sorunun cehalet sorunu olduğunu anlamış ve aynı tuzaklara düşmemiş. Sermaye sözcüleri cehalet bulma peşinde sonsuza kadar dolaşıp durmuş.

Bu bir masal olduğu için Dünya’nın geri kalanı Sermaye sözcüleriyle başedebilmeyi başarmış ama bu yazı masal değil gerçek olsaymış kimse sonunu duymak istemezmiş. Sonunu duymak istemeyenlerin hepsi o sırada İspanya’da yapılan Uluslararası Kafes Kuşları Şampiyonasını izliyor ve mesaisini Dünya’nın en güzel kafes kuşlarını seçmek için harcıyormuş.



[i] Cumhuriyet Sürdürülebilir Yaşam Eki, Nihan Gürdenli, Doğayı Bozmadan yoksullukla mücadele mümkün..,28/02/2012
[ii] Habertürk, 27/11/2011