23 Aralık 2011 Cuma

İlk İz'inden Farklılaşmaya Başladı Şimdilerde Dokunduklarındaki Yerin

Omzumuzda fotoğraf makineleriyle ilerliyoruz Beyoğlu'ndan Galata'ya inen yokuşta. Etrafımızda renk cümbüşü dükkanlar ben niye bir enstrüman çalmıyorum diye hayıflanıyor olabilirim sen gülümsüyorsun sadece. Sevdiğin anlar kaybolmasın diye zamana inadından fotoğraflar çekiyorsun ama bunu öyle bir huzurla yapıyorsun ki, sanırsın inadından geriye bir toz zerreciği bile kalmamış. Seni seyretmek o kadar hoşuma gidiyor ki, sen bana bakarken ben bedenimi sana bırakıp yukarılara doğru çıkıyorum biraz, seni her açıdan görebilmek ve hatta sana Galata'yı da dahil edebilmek için. Sen bir yandan bana masallar anlatıyorsun... Kendi gözlüklerim bedenimde kalmış olsa gerek, masalları ben anlatıyormuş gibi dinliyorum. Neden sonra farkediyorum anlattığın masallarda hep aradıkların, kabuklanmamış yaraların var. İnatçı tavrını takınıyorsun bir ara yine ama ben anlıyorum arkasındaki kırgınlığın nedenini. Sen masalının gerçekle imtihanından çok yoruldun. Kaçalım kanka diyordun, niye gitmiyoruz ki - Venedik'e gidelim, San Marco Meydanı'ndayken çok mutlu oluyorum ben. Gidelim diyorum. Bir tarih koymuyoruz, o an sadece sen mutlu ol istiyorum. Bir an eskiye gidiyorum hatta sanırım bizim en eskimize, o tiyatro sahnesine. Düşünüyorum ama benim için o zaman ki sen'i pek hatırlayamıyorum, tek hatırlayabildiğim korunaklı kalma çaban. Yanına iniyorum sonra yürümeye devam ediyoruz.
Bu sefer hayallerini anlatıyorsun, dinlerken seni fonda günışığından parlarken hayal ediyorum bende. Yorulduğunu biliyorum ya günışığını bilerek koydum oraya. Sıkışınca metaforlara sığındığımı itiraf ettim bu arada. Gerçeği yavan kelimelerle anlatınca iyice yetişkin hissetmeyelim diye. 
Aynı anda herşey olmaktan öte giderek daha çok sıfata sahip olmak zorunda kalmak yordu belki seni. İlk iz'inden farklılaşmaya başladı şimdilerde dokunduklarındaki yerin. Korkuyorsun bunu gördükçe oysa korkun küçüklüğünden. Sadece değişiyorsun sende diğer herkes ve herşey gibi. Değişirken sevdiğin aynılarını almana izin var aslında. Sadece yüklerinden kurtul diye yaşadığın bu zorluk. Farkettiğin anda rahatlayacaksın sende. Çünkü yarın da değişimin bir parçası ve bugünle değerlendirilemeyecek kadar geç. Bugün korkuyorsun bilmediğinden ama yarın korkunu unutup bir parçası olacaksın onun. Sen sadece sevdiğin aynılara özen göster bırak gerisi akıp gitsin ellerinden direnme. 
Zamanı ilk kez yıllara bölüp, biri eskidikçe diğerinin yeni olmasını sağlayan insanın amacı neydi sence hiç düşündün mü? Bir yeni yıl kavramı yaratıp metaforlaştırmaya neden gerek duymuş biri? O da senin gibi yorgunmuş çünkü,  kendine en değerlisinden bir hediye yapmış. Yepyeni ve pırıl pırıl kocaman bir umut ışığı armağan etmek istemiş kendine. Aynısını senin de yapacağın gibi. Evet belki gözünü açıp kapatıncaya kadar masal olmayacak dünyan ama sen yine de bunu umut edeceksin, her zaman ki gibi inatlaşacaksın zamanla. Aynen yapman gerektiği gibi. İyiliklerin seninle olacağına dair inancını hiç kaybetmeyeceksin çünkü şimdiye kadar farketmesen de inancını yitirirsen beni de kaybedeceksin. Çünkü inancını kaybedersen yol bitecek ve yol arkadaşın rolünden kovulacak. Çok zorlanırsan buna sosyal sorumluluk projesi der geçersin.
Şimdi masalını hayal et ve zihnindeki ilk anın fotoğrafını çek. Sonra onu senden alıp, tozlu pantalonumun cebine koyacağım. Her tökezleyişinde önüne koyacağım.  Böylece yol da, rol de bitmeyecek.

(Fon: Energy Flow, Ryuichi Sakamoto)

22 Aralık 2011 Perşembe

Mor'la Turuncu

Ayrı yollardan geliyorduk senle ben. Biz oluşumuza kadar ayrı yolları aynı yöne doğru yürüdük ta ki denize ulaşana kadar. İkimizde yorgunduk, bitkin ama huzurlu.Vuslata feda ettiğimiz onca şeye bakıyorum da değermiş.

... Ama yol bu neticesinde bitmez, duramazsın, yürümeye devam etmek zorundayız, zorundasın. Durmak artık olman demek, posa kalmak. Senden birşey daha olmaz demek. Kendi varlık mucizene ihanet etmen demek. Bu yüzden duramazsın, tekrar tekrar sorma. 
Nereye geldik deme, bilmiyorum. Aynı yerdeyiz ama aynı şekilde gelmedik ki. Ben bana benziyorum giderek, sen sana daha çok. Ama aynı yıldızın ışığıyla gidiyoruz, aynı yıldıza bizim yolculuğumuz. Bizim yıldızımız mavi sularda parlıyor, mercanlarla uyuyor o yüzden tek renk değil ışıltısı. Bizim yıldızımız bir renk cümbüşü. Gördüğümüz her rengi biziz aslında, senle ben. Ben kırmızıdan mavi tonlarım daha çok mor. Sense sarıdan kırmızı tonlardasın çokça turuncu.

Aslında yıldıza hiç varamayalım istiyorum biliyor musun? Biz yıldıza yaklaştıkça yıldız renklerinden azalacak çünkü ben biliyorum. Yıldız bizi kendileştirecek. Ben en çok biz turuncuyla mor olsun istiyorum. Ben'le biz çok iyi dost olsun. 




19 Aralık 2011 Pazartesi

Kaplumbağalar da Uçar

İzlerken bile paramparça olduğumuz filmlerin sahnelerini, suflelerini ezberleyerek değil, zorunda oldukları için yaşayarak tecrübe eden cesur dev çocuklar var. 
İnsanların arasına ayrık otu gibi konuvermiş sınır diplerinde, her yanı kapalı bir kutuda, ufacık deliklerden soluk almaya çalışan yine de dimdik ayakta.
Senaristlerin de hayal gücünün ötesinde kapkaranlık senaryolarda kabullenmişliğinden zoraki olgun çocuklar.
Uçamayacağını bilse de, uçamayışına isyanından yürekleri alev alev yanan.. Eninde sonunda kendi imkansızlıklarının denizinde ömrünü tamamlayan. Güçsüzlüğünden değil, aksine bunu yaşamak istemediğini bildiğinden cesurca ölüme atlayan..
Kaplumbağalar da uçar, imkansıza doğmuş çocukların anormal bir hayatı inadına normalize etmeye çalışırken nasıl çaresizlikle çırpındıklarının dehşet verici bir yansıması. Kurşunlardan kolyelerin bile beş dinara satıldığı ama çocukların mayın tarlalarında her saniye azraille göğüs göğüse dövüşecek kadar ucuz olduğu diyarlar. Aslında dünya üzerinde aynılığından acı veren pek çok yerden biri
Bu çocuklardan sadece biri gözlerimize baksa ve 'neden' diye sorsa boğazındaki yumruya rağmen yanıt verebilecek birileri çıkar mı içimizden?

Başkalarının Hikayesi mi O Sahiden?

Ben'den uzaklaşmanın en kolay yoludur başkaları. Bazen söyleyemediklerimizi dile getirmenin yoludur, bazen kendimize suçlamaların en gaddar savcısı.
Başkaları Ben'in varolma sebebidir çokları için. Kendi yargı sistemini kurgulamama kolaylığı sağlar insana, kolaya kaçışın en kolay halidir sadece. Başkaları olduğu sürece kendi gözlerine pek iş kalmaz, onlar olur gözün, onlar olur vicdanın.
Başkalarının ayak izlerine basa basa ilerlediğin sürece, Ben olma çabasına hiç gerek kalmaz. Sıradan bir akıntının sıradan bir parçası olur sürüklenirsin denize varacağını umduğun bir şekliyle.
Oysa ki denize varan yollar çığ tehlikesi olan tepelerle, çıplak ayak yürünen taşlı uçurumlardan geçer.
Başkalarının Ben yanılsaması denizden hep uzaklaştırır seni.
Bunu farkedince iyice televizyona verirsin kendini. Bu kez ben iyice kaybolur, sadece başkalarının hayatları kalır. Evlenir bu başkaları, kavga eder, hata yapar, küfreder. Ben'siz bir göz olursun sen, Ben'siz bir kulak. Sadece seyredersin. Bu kez ne deniz umudu var ne de suçlama ihtiyacı.

16 Aralık 2011 Cuma

Ağaçlar Ayakta Ölür

Hayat doğru bileşenlerden ve doğru oranlarda yapılmış bir karışımdan ibaret. 
Misal güneşin azı da çoğu da hasta ediyor. 
Doğal kaynakları kullanma adı altında sömürüyoruz ya, ya hepsini tüketiyoruz toptan ya da hiç olmadığı kadar tehlikeli bir canavara dönüşüyoruz. 
Bir yerde susuzluktan çatlayan toprakta köklerini hep daha derine uzatarak çırpınırcasına suyunu arayan ağaç, diğer yanda sellerde sürüklenerek ölüyor. 
Masallara esin olan Dünyamız'dan süper lüks bir mezarlık yaratıyoruz elbirliğiyle. 
Yaklaşık 5 yıl içinde gözünü para hırsı bürümüş insanların ülkeleri insafa gelip de anlaşamazsa sıcaklık artışı da kontrolden çıkacak ve iyileşme ihtimali hiç olmamışçasına yitip gidecek ellerimizden.
Çünkü kıyametten korkan aptal insanların gezegeni burası.
Kıyameti hergün kendi elleriyle yarattığından, aslında kıyamette yaşadığından habersiz.
Parçası olduğu doğayla tüm bağlarını koparıp atmış, bir yığın aptal.
Ağacın çiçeklenme ritüelinin tadından habersiz, suyun sesini duyamayan.
Ancak bağırırsa duyulur olacağını zanneden, nefes boşuklarında dahi olsa diğer sesleri duymaktan korktuğu için bağırırken ve daima kulaklarını hep tıkalı tutan. 
Onurlu bir yaşam tercihinden, belki de para etmiyor bahanesiyle cayan,
Aslında ölü olduğundan habersiz bir yığın fani!


12 Aralık 2011 Pazartesi

Bu Yazı Sizi de Bunaltabilir!

Neredeyse bir haftadır okuyamağım ama itinayla biriktirdiğim gazetelerimi sırayla okudum bugün satır satır. Okudukça sıkıldı içim, hafif bir sıkıntıydı önce öflemeyle idare edilebilen cinsten. Akşama doğru geldiğim noktada Birsen Tezer bile iyileştirmeye yetmedi beni. Boğuluyormuşçasına koştum pencereye, hava 8-10 derece. Sonra şöyle bir bakındım etrafıma ne vardı canım bu kadar dertlenecek. Çevremdeki insanların çoğu haftada sadece bir, Pazar günleri,  magazin gazetelerin magazin eklerini okurken sadece hemde.Cehalet erdemdir lafını hayatımın her evresinde yaşarım ben. Öğrendikçe mutsuz olsam da, öğrenmekten de geri duramam işte. İnadına yaşamak ya motto aynen böyle.

Durban İklim Değişikliği Zirvesi'nde UEA Başekonomisti 2017 yılına kadar uluslararası anlaşmalar yapılmazsa, küresel ısınmadaki artışı 2 derecenin altında tutma olasılığını tümüyle yitireceğimizi mi söylüyor? Boşverin tüm Dünya'nın üretime bundan da çok tüketime ihtiyacı var. Paramız olsun da iklimi, doğayı, dünyayı ne yapacağız ki!

Güngören Anadolu Lisesi'nde Cuma günleri erkek öğrenciler ders zilinin çalma zamanından 10 dakika erken mi bırakılıyorlarmış, namaza gitsinler diye? Ne olacak canım Cuma günlerini tatil yapalım zaten olsun bitsin Arap Dünyası'nda da öyle değil mi nasıl olsa?

İlköğretim'ler için Arapça zorunlu ders olarak kabul mü edilmiş? E ne güzel işte, çocuklar Arapça öğrensin, ileride de resmi dil olarak kabul ederiz. Öğrenmesi kolay, global olarak da geçerli bir dil neticesinde. Sosyal ve Fen Bilimleri alanlarındaki değerli yayınları takip edebilmiş de oluruz hem.

Arnold M. Ludwig, ABD Kentucky Üniversitesi'nin onursal psikiyatri profesörü'nün yazdığı; Dağın Kralı: Siyasal Liderliğin Doğası adlı kitapta Atatürk 20.yy'ın en büyük siyasi lideri olarak belirtilmiş. Nedenini şöyle açıklamış: Atatürk Türkiye'yi kurdu, yarattı. O zaman var olan Osmanlı İmparatorluğu'na son verdi. O yalnızca ülkenin kurucusu, yaratıcısı olmaka kalmadı; Türkiye'de derin bir toplumsal dönüşüm sağladı. Türkiye'ye demokrasiyi getirdi. Bir bakıma askeri tipte bir demokrasi ancak ne olursa olsun bir demokrasi. Tarihte din ve devlet işlerini ayıran ilklerden oldu. Gerçekte İslamiyet etkisinde bir ülke olmasına karşın, bazı tip haklara, özgürlüklere olanak tanıdı. Böylece her düzeyde , Atatürk inanılmaz bir etkiye sahipti ve başarısı olağanüstüydü.
Ama Karanlık çok çalışkandır demiştim daha önce de. Nasıl ilerlendiyse aynı yoldan gerisin geri götürüverir bizi.

Pencereden zumba dersinin müzik sesleri geliyor yine.



6 Aralık 2011 Salı

Birbiriyle Aldattığım İki Şehir

Biri geçmiştir, limon çiçeği kokulu bir okul yolu, her akşam eve 5 dakika daha geç gitmek için pazarlık ettiğin mahalle oyunu. Neden sadece Kurban Bayramı'ndan sonra annenin aşure yaptığı. Elektriklerin kesildiği hortumlu bir gecede anneannenin oyuncaklarla geldiği. Apartmanın girişinde evden çalınan en eski paspas üzerinde kurulan, dünyanın en güzel eviyle, çiçekten pişirdiğin yemekleri yiyen gelmiş geçmiş en önemli misafir. Niye seni dolaşmaya götürmeyen bir ağabey, teyzeler gitmesin ay dolunay olmasın ne olur günler. Çok mızmızlanırsan tabağındakileri bitirmeden kalkmana kızsada izin veren baba. Sonra bir sürü kitap.. Hep andımızı neden okuyan ben? Almanya'dan gelen Kinder'imin içinde Türkiye'dekilerden hiç çıkmayan Minnie. Yılda bir kere karanlıklar nerede kaldı otobüs yolculukları, çizgi filmlerimi orada nasıl izleyeceğim diye sızlanırken teknolojiden hiç anlamayışlığım..Her gidişimde mutlaka ufak ama geçici bir acaba hissi veren şehir Antalya.

Diğeri şimdiki ve gelecek zaman kipim. Bir kez tadınca mazoşist bir aşkla meftun olduğum. Dilek'le tıkanık lavabo borularıyla, karlanan buzluğa karşı açtığımız savaş. Aslan bakkal, seyyar satıcılar ve Ruslar'la dolu Beyazıd. Bıcırdamak. Keşfetmek. Pamuk'la şekerfare. Kirli havada dahi olsa nefes alabilmek. Galata Kulesi'nde bir kayıp ruh. Gypsy Kings ve entellektüel dedikodular. Çetin bir kendine yolculuk. Ufak zaferlerle yaşadığın kanatlanma hissi. Bitmesin bir serüven. Çok kızsam da vazgeçemediğim İstanbul.

Sirkler, Palyaçolar ve Maskeler

Komik bulup eğlenmesini beklediğimiz bebekler hep ağlar Palyaço görünce. Tumturaklı bir kostüm, kırmızı kocaman bir burunla, Joker'i andıran bir ağız neden güldürür peki yetişkinleri? Etiketsiz ve toplum ne der'siz bir karakterdir bir palyaço nihayetinde. Islanır, düşer, şaşırır. Islanmakta ya da düşmekte bir sakınca görmez, bilmediği şeylere şaşırır, biliyormuşçasına rol yapmaz kendine. Olduğu gibidir, komik gelir bize bu rol yapmayan rolü. Çünkü yetişkinler Oscar'lık film titizliğinde yaşar hayatı. Her duruma uygun bir kalıp vardır dolapta, içinden geldiğince yaşamak delilik.. İlle de kurallar vardır kalıbı dolduran. Hayat en basit ve en genel geçer haliyle tanımlandığı gibi yaşanır; doğar, büyür ve ölürsün neticesinde. Gerisi yoldan ibaret. Hayatı en dürüstçe yaşayanlar palyaçolardır. Bebekler palyaçoları görünce ebeveynlerine bakarak ağlarlar.

Aydınlık En Zorudur

Aydınlık ve karanlık, iyiyle kötü benzetmelerine alet olan ikili. Başkaca Aydınlık huzurdur, Karanlık mutsuzluk kimilerince. Aydınlık ve Karanlık birbirinden beslenir, biri olmadan diğeri sürdüremez varlığını. Karanlığı da tercih edenler var, Aydınlığı tercih edenlerden daha çok görünüyorlar neredeyse son çok yıldır. Aydınlık zordur emek ister, Aydınlığı karartmaya kalın koyu renk bir perde yeterken, karanlığı aydınlatmak için ağlar kurulur, yatırımlar yapılır karşılığında da sürekli bir bedel ödenir. Zordur Aydınlıkta yaşamak, boşuna değil masallarda bile iyi olan fakir ama onurlu oluşu.
Karanlık da bir tercihdir en çok iç sese sağır bir yürek gerektirir, kendine söyleyebileceğin kocaman yalanlar ve gücünü üzerinde kanıtlayabilmen için başkaları. İçindeki sesi inandıramayacağın yeni inandıkların olur. O yüzden sağır ama güçlüyüm yanılgısı yaratır insanda. 
Karanlıkta kadının adı da olmaz, kolaylıkla yeri doldurulabilen, mahremiyeti tek tip giysiler giyen, bir canlıdır sadece. Karanlık yalnız erkeklere ad verir, erkekten oluşan bir güruh volta atar tarihin parça parça solan geleceğinde. 
Aydınlık en zorudur. Zor çokların en az sevdiği. İster ki erkek ve kadın, kadın ve erkek yekpare olabilsin. Karanlık farsa benzer, kadınsız ve inceliksiz. 
Aydınlığa kocaman bir adımdır 5 Aralık 1934. Karanlığın en ezeli düşmanının hediyesidir Türk kadınlarına. Onun kadın edilgenliğine son veriş arzusudur.
Yazının bundan sonrası kelimelerin bile varolmak istemediği karanlığa dönüşmeme çabasıdır.

4 Aralık 2011 Pazar

3 Aralık Dünya Engelliler Günü

İngilizce'de 'disabled' şeklinde kullanılan kelimenin, her nasılsa dilimizde 'özürlü' olarak kullanılması utanç verici. Çevirinin yanlışlığı bir yana özündeki cehaleti ve çirkinliği göstermesi açısından da yuhalanmayı hakediyor. Yakın zamanda izlediğimiz Türkiye manzaralarından bazıları gösterdi ki bu topraklarda tabelalar, adlar çok önemli. Bu nedenle bazı kışlaların adı değiştirilirken, bazı köylere de eski adları geri veriliyor. Öyleyse bu ülkenin devletten sorumlu bakanı 3 Aralık adına düzenlenen panelin adının 'Avrupa Birliği ve Özürlüler' konmasına nasıl karşı çıkmıyor? Ve nasıl tüm konuşması boyunca engelli insanlardan 'özürlüler' olarak bahsedebiliyor? Bu kişi/kişiler devletle ilgili diğer konularda da aynı hassasiyet davranıyorsa diye endişeleniyorum.
Türkiye Dil Derneği ve Edebiyatçılar Derneği kurucularından olan Ali Püsküllüoğlu'nun Türkçe Sözlüğü'nde özürlü kelimesi; bozukluğu, eksikliği, ve kusuru olan olarak tanımlanmış. İnsanlara fiziksel bir takım engelleri olduğu için bozuk ve eksik muamelesi yapılması hiçbir insan hakları kitabında yer bulamaz. Toplumun tamamının yararına hareket etmekle yükümlü seçilmiş vatandaşların görevlerini yaparken kime, ne için ve ne ile hizmet ettiklerini biliyor olmaları çok temel bir gereklilik.

Şafak Pavey'in meclis konuşmasında tepkisizlik karşısında hissettiği kızgınlıktan olsa gerek, konuşma boyunca dilinin sürçmesi. İmzalansa da uygulanmayan uluslararası sözleşmeler bu insanların umudunu daha da azaltıyor. Engelli olan insanlardan ailesinin gücü yetenlerin kısmen de olsa sosyal hayata katılabilmeleri mümkün olsa da bahsi geçen 8,5 milyon insan evlerinden dışarı çıkamıyor maalesef. Çünkü sokaklar, kaldırımlar, toplu taşıma sosyal fizik hayatın hiçbir kısmı onlar düşünülerek tasarlanmamış. 10 yılda 10 kez kaldırımları, sokakları söküp yeniden yaptırıyoruz birilerine iş çıksın diye ama bir tanesinde, her nasılsa işin projesinin içinde engelli insanlara yönelik projeler yer almıyor. Bu şartlar altında bana toplumun %12,29'u değil asıl geri kalanının sağlık tetkikine ihtiyacı varmış gibi geliyor. 

Nasıl ki devlet, vatandaşlarından topladığı vergilerle oluşturduğu fonlarla yaşlılara, sağlık ve eğitim ve daha birçok hizmetten yoksun insanlara hizmet götürmekle yükümlü, engelli vatandaşlar için yapılan düzenlemelerin de lutüf değil, zorunluluk olduğunun acilen idrak edilmesi gerekiyor.



Çaba

İnsanın üstünlük mücadelesi sınır tanımıyor. Yasalarla yasak getirsen de yetmiyor. Çünkü yasa da yetmiyor tek başına, inanışın değişmesi gerek. Bir grup insanın doğru bildiği şeylere sırt çevirmesi kolay değil elbet, eğitimle ilmek ilmek öğretmek- göstermek gerek beyinlere sevginin, eşitliğin, adaletin, hoşgörünün, yardımseverliğin ne demek olduğunu. Bir umut ekmek, belki filizlenir diye çabalamak gerek. Çünkü kimse farkında değil farklı senaryolarda da olsa herkesin aynı olduğunun, aynı yollardan geçtiğinin.. Etiketlerle farklılaşma çabası en çok da parayla. Kendi masalının kahramanı olmak dururken başkalarının kralı olmaya heveslenen zavallı insanlar var her yerde. Cehalet parayla yıkansa da cehaletliğinden eksilmiyor maalesef. Bu nedenle Hindistan'da hala kast vahşetleri yaşanıyor. Üst kasttan bir aile, çocuklarıyla adaş diye alt kasttan bir çocuğu öldürebiliyor hala. Niraj Kumar sırf kendinden zengin birinin adını taşıyor diye tarlada öldürülüveriyor karanlık, sessiz bir akşamda. Arkadaşının evinde televizyon seyredebileceği için heveslenip hızlı adımlarla, kestirmeden oraya varmaya çalışırken.


Küçük Askere Neden Ad Verilmez

Feodalizm denen düzen hiç kurulmasaydı bugün daha az mı problemimiz olurdu acaba? Süzeren ve vassal kelimelerinin kullanılmasından çok önce, güç kavramının peşisıra gelişmişti ezmek ve ezilmek ama en azından sosyal değerler sistemine bu kadar dahil olmamıştı sanki. Töre ve namus kelimelerinin hayat bulması, bireyin, en çok da kadının metalaşması zihniyeti bu kadar pervasız bir yayılma gösterir miydi yinede? Ahlak kavramının en temel kavramlarından hariç ne varsa çağın ekonomik sistemine uyum sağlamasında bu düzenin de parmağı olduğu şüphesiz.

Günümüzde katillerin pek çoğunun kendini suçlu görmeyişi, inandıkları değerler uğruna- değerlerini korumak adına cinayet işlemelerinden dolayı bilakis haklı bir eylem gerçekleştirdiklerine inanmaları korkunç olmaktan ziyade üzücüdür de. Yıllar önce yapılan bir işbölümünün kadını yararsız/ önemsiz olarak etiketlemesi neticesinde, kadının yaptığı onca şeye rağmen kontrol altında tutulmaya çalışılması çabası sırf kadınları değil, erkekleri de mahvetmektedir aslında. Kadın birey olmak isteğini, özgürleşme çabasını her yaşatmaya çalıştığında bir darbe almaktadır. Dünya üzerinde öldürülen kadınların neredeyse  %70'inin eşleri&sevgilileri tarafından katledilmesi sistemin tamamına, hatta aşk ve evlilik kültürüne bir eleştiri getirmelidir bence. Düğünleri kutlama değil de kadın aidiyetinin ifşa edilmesi olarak gören bu zihniyet, şiddet gören kadınların, diğer aile bireylerince 'geçer, suyuna git azcık' diye avutulmaktan öte, katledilmesini engellemek için hiç bir çaba sarf etmemektedir.

Küçücük bir erkek bebeğe dayatılan kız kardeşini koruma, sahiplenme sorumlulukları şüphesiz ilerleyen dönemlerde bu erkeklere kadınları kontrol etme hakkı da sağlamaktadır. Hatta bu sorumluluklar erkek egosunun bir besini haline gelmekte, bu yanı güçsüz olan erkekler toplum tarafından dışlanabilmektedir. Erkek dijital bir zihinle çalışan makine haline dönüşüp hayatı 0 ve 1 lerle yorumlayıp, gri tonlarının varlığından bile haberdar olamamaktadır. Empati yeteneği zaten hiç gelişememiştir. Küçük asker hayatı boyunca tüfeğine bakıp, askere giderken, küçük Ayşe bebeğine bakıp, ona ninni söylemek zorunda bırakılmıştır. Küçük Ayşe büyüyüp de azıcık evinin kapısını aralayıp, özgürlük solumak istediğinde, hiç büyüyemeyen adsız asker bunu bir savaş zannedip tüfeğini kapar, doğrultur artık büyüyüp boyun eğmek istemeyen Ayşe'ye. Yani küçük asker görevini yapıp cezalandırır bundan sonra varolamayacak Ayşe'yi.

Acıdır ki günümüz muhafazar düşüncesi de kadın itaat etsin istiyor. Kadına da, erkeğe de birey olma yolunu açtığı için Atatürk'ten nefret ediyor ve onu kalplerle, beyinlerden silebilmek için cadı avına benzer saldırılar düzenleyip duruyor. Kimse bu gidiş nereye demiyor. Diyenler zaten hakkında hüküm verilmese de binlerce gündür karanlıkta.






Vazgeçemezsen Olamayacak!

Ait olduğun bir yerde, ait olmadığın bir zamanda aslında..
Orada olmak düşüncesi.. O anı yaşamak. 
O muydu istediğin? 'Evet o' deyip, defalarca sıradan alışkanlıklara yenildiğin. 
Onu seçmek herşeyden vazgeçmek demek değil mi? Değer mi? 
Ya da orasının aslında o yer olduğuna emin misin? 
Ait olma duygusu evrenden bağımsızdır belki.
İşte o ses.. başladı yine. 
İçinde, en derinlerinde duyduğun, heyecandan delirecek gibi olduğun..
Herşeyden vazgeçmek gerekiyordu bazen.
Fizik dünyada bir yansıması var mı oranın? 
Vazgeçmen lazım herşeyden tam olabilmek için. Vazgeçemezsen olamayacak! 
Heyecandan bir parmağın ağzında, dudaklarını kemirmek..
Ve yine o ses!
Ve yine kanatlanma vakti!
Söylemeyin artık!
Şimdi burdan kanatlansan ve o hep hayal ettiğin yerlere gitsen.. 
Nerede biliyor musun sahiden? Öğreneceksin sen de! Gidebilecek misin? 
Baktığında gördüğün yer orası değil. Başka bir yer, başka bir zaman. Belki de zamansızlık.. 
İki palmasın üçüncüsü içinde yankılanıyor, kendinde kayboluyorsun.. Ve sonra bir bakıyorsun yine burdasın, yine sorular, yüzlerce.. ama yok ki cesaretin,
Ve yine o ses!
Sonsuzlukta kaybolmak,
Sen ordayken zaman dursun istiyorsun, tam da bu anda!
Sözün bittiği yer burası sana, öncesi yok, sonrası yok..
Sarhoş bir huzur içinde salınıyorsun göklerde.. kimse yok!
Sonra düşüyorsun aniden.. Çünkü cesaretin yok.. İstemiyorsun belki de o kadar çok?
Hayır, istiyorsun işte!
Baksana içine, baksana fırtınaya..
Hangi rüzgar sarsabilir ki seni bu kadar aslında? Ne heyecanlandırıyor ki başka?
Tutkuyla bağlandığın başka ne var ki?
Sahi kötü müdür tutkular? Yani zarar verebilir mi sana?
Bilmiyorsun işte, bilmeden korkuyorsun sadece.
Yanlış yerde ve yanlış bir zamanda olduğun hissi terketmeyecek ki hiç seni! Ağır geliyor bazen değil mi?
Kafanı yaslıyorsun koltuğa,
Ve yine o ses!!!



24 Kasım 2011 Perşembe

Vicdanım Susmadı Yazdım Ben Yine

Sen yalan içinde yaşıyorsun, ben hakikatte deme acımasızlığını yapmak zorundayım Tolstoy. Haklıydın hiçbir general ya da asker, disiplin, yemin ya da savaş olmasa yüzlerce insanı öldürüp, evlerini yerle bir edemezdi.

Haklıydın, sorumluluğunu herkese paylaştırmak suretiyle hiç kimsenin bu eylemlerin doğal olmadığını hissetmesini sağlayan karmaşık siyasi ve toplumsal makinelere borçluyuz bu zulümleri. Sorumluluktan arındırılmış bir itaat duygusuyla nedenini ve amacını bilmeden insan öldürenler... Askere giden arkadaşlara diyorum ki;  neden yaptığınızı anlamadığınız şeyler varsa niçin sormuyorsunuz sebebini. Gülüyorlar bana, asker ocağına girerken mantığını kabanınla birlikte çıkarıp dolaba koyarmışsın. Her bebek asker doğmasın, bebek doğsun istiyorum sadece. Sözlerim çok pembe ve çok saçma geliyor pek çoklarına. Sen gerçeğin farkında değilsin diyorlar bana. Kızmıyorum, biz farklı dünyaları bir edemedikten sonra kızmanın da amacı kaybolmuş çoktan diye. Sadece diyorum ki hani devletler, onu oluşturan insanların faydası için kurulmamış mıydı? O kadar basit değil diyorlar. İnandıklarınızı sorgulayın, bilgilerinizi güncellemekten korkmayın diyorum, zamanında peşi sıra takip edilen Westphalia bile gidişata yetemez oldu diyorlar. Biz bu topraklar için canımızı veririz diyorlar. Ben de diyorum ki durun! Bunların hepsi kurmaca. Zengin daha zengin olabilsin diye.. Bahane bulmak kolay ölüme, gelip ölenin annesine anlatsanıza. Vietnam savaşına karşı gösterilerden birinde, silahlarını doğrultmuş askerlerin namlularına çiçekler takanlarla da dalga geçilmişti. Ama işte sivil insiyatif hızlandırdı savaşın sonunu. Yazdıklarım saygısızlıktan değil vatanları uğruna ölenlere. Cesaretlerine hayran kalışımdan, bilakis insana insanca değer verdiğimden bunlar. En azından kendince resmin tamamını görmüş insanların bilinçli bir tercihi olsa askerlik kararı. Vicdanı elinde arafta bırakılmasa insanlar. Hayat amacına göre yaşayabilme temel hakkını kullanabilse herkes. 

Haklı savaşımlar uğruna ölenlere de iyi olmuş diyemem ki ben sırf benden değil diye. Kendi hikayesinin oyuncusu o da tıpkı biz gibi. Herkes görmezden geliyor, cananımızı korumaktan can kalmadı hiç birimizde.. Al Jazeera'da savaş haberleri sığmıyor yine bir güne. Yanlışa direndiğimden takip ediyorum herbirini alışkanlığa inat olsun diye. Kimsenin dediği ders olmaz kimseye, kendincedir derdi de. Sihirli bir değneğim yok diye lanet etmek yerine kendimi değiştirmeye çalışıyorum belki tüm Dünya değişir diye. Vicdanım susmadı yazdım ben yine.




Güç Adaletten Önce Geliyor Heryerde

Bismarck Almanya'sı ile günümüz Türkiye'sini karşılaştırmışlar. Ve diyorlar ki çok benziyor birbirine. Niye? Susmayı ve itaat etmeyi öğretir diye. Konuşanların hepsinin karanlık demirler ardında yavaş yavaş ölmelerine göz yumulur diye. 
'Uygulamalarıyla ülkelerinde demokrasiyi getiren ve siyasal rakiplerinin karşısına adil olmayan engeller koyan'*
Bismarck demokrasiye saygı duymadığını söylerdi konuşmalarında, sorunların kan ve demirle çözümlenebileceğini.. Buralarda ise bugün Laik olan T.C.'nin başında laik olmayan bir yönetici bulunması başarısından dem vuruluyor. Ekonomi iyiyse gerisini koyverelim biz.

İronik şekilde 'siyaset' kelimesinin Arapça'da at talimi anlamına geldiğini bu sabah öğrendim.
Daha rahat, daha düzenli yaşayabilelim, toplumun her bireyi genel refah düzeyinden nasibini alsın, kocaman bir aile olalım istemiştik ya, kendisi için karar verilen herşeye kaderci bir anlayışla boyun eğen hale geldik çoğunluk olan pekçoğumuz. Çoğunluğun seçilmiş otoriter rejimi otosansür bulanıklığında yol alıyor son hızla. 30 yıl öncesinin filmleri vizyonda yine. Kitap ve kitapla ilgili herkes öcüye dönüştü. Rant ekonomisiyle, biatın dışında kalanlara cennet ormanlarına giriş yok. 






*Bismarck: Bir Yaşam, Prof. Jonathan Steinberg

17 Kasım 2011 Perşembe

Beyaz Köleler



Dünya'nın en hızlı büyüyen ekonomilerinden biri olan Hindistan'ın, son 20 yıldır ekonomisinden daha hızlı büyüyen bir ayıbıdır 'Köle Gelinler'i..
Yaygın bir fakirliğin orta yerinde, bir yandan ucu görünmeyen ekonomik eşitsizliklerin içinde yeni varlıklı azınlığın görmezden geldiği tokat gibi bir gerçektir bu.

Sadece 12o dolara satılık olan kadınlar, genç kızlar.. Çiçek olamayan kadınlardır bunlar, diken muamelesi gören. Sabahtan akşama güneşin alnında tarlada çalıştığı yetmezmiş gibi, geceleri de sex kölesi olan kadınlar..Sadece bir adamın da değil bazen 10-12 adamın emrinde kadınlar.

Fakirliğin önce yük ettiğidir kız çocuklar, ya infantisiddir yansıması ya da cinsiyete dayalı kürtaj. Hal böyle olunca azdır gelin edilecek kız sayısı, o günleri görebilen kızlar nakit demektir velhasılı.
'Paro' kadın derler adlarına. Şanslı olanları evlenir damatla, rızasının alınmayacağını bile bile, damat ve gelinin babasının imzasıyla hemde..Meta gibi görülüp, valiz gibi taşınırlar ordan oraya.. Evlenmek de çare olmaz bazen defalarca satılmaya..İtiraz bir seçenek olamaz karşılığında ateşe atılan ayaklar olunca. Şanslı olanlar satıldıkları adamların adlarını öğrenirler sahte de olsa. En büyük hayal ölmek olur bu diyarlarda. Hayır hayır, zenginlik değil, dayaksız ve güven içinde bir hayat,  uzak bir hayaldir sadece.

Tanrı onları kız yarattığı için kızarlar adaletsizliğine..Gündüz hayvanlar gibi çalıştırılmalarına, geceleri dayağa, tecavüze ve her türlü aşağılanmaya gebe olunca, gözlerden süzülen yaşlar kanıksanır buralarda. İyiye dair ne varsa anlamını yitirir, yara ölür önce, kabuk bağlar ama, asla kaybolmaz izi kalır 'Paro'larda.

Kız bir bebeğin küçük ellerini tutan, çocuk olamamış bir kadın- izlerle dolu bir kadın..Kendi gibi biri daha olsun istemezse de ana yüreğidir işte.. Her kadın kendi ama kendilikleri aynı yazgısını yaşamak zorundadır sandığı, böyleliğinden başka seçenek bilmediği için, ve hatta içgüdüsel olandan başka fiziksel bir sevgi ifadesini hiç görmediği için ağlayınca sus der, acıkınca sütünü verir kızına diğer herşeyden vakit buldukça..

13 Kasım 2011 Pazar

1000 Yıllık Yalnızlık

1000 yıllık yalnızlıklar içindeyiz herbirimiz. Yalnızlığın nerede başladığı belli değil, ilacı yok mu sahiden? Yalnızlık sağır belki de bu nedenden nafile çığlıklarımız yankılanıyor sadece çeperlerinde. Nerede başlıyor yalnızlık? Bizde? Bizden gerilerde?
Bir de hikayeler, farklı gözlüklerden aktarılan, kendi gözünden bambaşka hikayeler..
İmajlar, olması gerekenler, öyle olsun istediklerimiz, olamayanlarımız, vazgeçemeyişlerimiz, yine de çabalarımız..
Peki kendimize itiraflarımız, kendi itiraflarından korkup, kaçarak bir ömür geçirenlerimiz? Üstüne itiraf nedir bilmeyenlerimiz?
Oysa dinlemek için doğru zaman o andı..
Söylenenleri duymak, dinlemek kadar kolay; anlamak, dikkat kadar basitti ama olmadı işte..
Birbirimizin gözlerine bakamadan ayrılıyorsak, hiç beraber olabildik mi ki?
Bir kez daha kabulleniş, yine bir vazgeçiş midir?
Tecrübe edinemeyiş, öyle olsun isteyişimizdendir.
İyi de tüm bunlar niyedir?
Yalnızlık insanla tedavi edilemeyen bir hastalıktır bazen.
Yalnızlık kötüdür bizi esir alıyorsa, vazgeçişse, istediğin zaman giyilip çıkarılamıyorsa..
Yalnızlık iyidir insanı besliyorsa.


Muz, Yoğurt ve Bebe Bisküvisi

Yeni, yepyeni, sıfırdan başlayan bir hayatınız olsa neler yapardınız? Ya da neler yapmazdınız?
Sahi bebekler ebeveynlerinin hayata yeniden başlama arzularının bir yansıması mıdır aslında?
Ve birgün hayalleriniz sizden en az iki kat uazaklaşmışken, hayaliniz kendi hayallerini yaşamak serüvenine çıktığında içine düştüğünüz yalnızlık ve hüzün aslında kendi hayatınızı hiç yaşamamış olduğunuzdan mıdır?
Bebeklerini belki de farketmeden kendi projelerine araç eden ebeveynler neden anlamazlar ki,  onlar sadece bir süreliğine hayattan ödünçtür kendilerine ve mutlak hayata geri dönerler hepimiz gibi..

1 Kasım 2011 Salı

Kendi Kendine Konuşmaktır Aşk

Doğru bildiklerimiz, öyle sandıklarımız ve böyle olmasını istiyorumlardan kurulu bir dünyada yaşarız aslında. Yani insan sayısı ve belki de daha fazla sayıda dünya vardır aslında. Kurgu akışa uygun yaşanırken, bir aksilik oluverirse ya da böyle olmasını istiyorum'lar gerçekleşemezse bir gün, bir bakarız burası başka bir dünyaya dönüşüvermiş. Aslında hayat tarafından değil, kendize söylediğimiz yalanlarca aldatılmış olduğumuzu anlayıveririz bazen. Kendimize karşı içten davranmakta zorlandığımızı..Güçlü olmakla, güçlü görünmeye çalışmak arasında akan nehirde boğulan ne çok insan vardır aslında. Ve niye bu insanlar, birilerinin gelip onları kurtarmaya çalışmasını bekler ki? Kendini kurtaramayan bir insan kaybolduğunun farkında bile değildir belki de! Sadece bir yere ait olmak istemezsek hiç bir yere mi ait oluruz?


Yanık

Bugüne kadar izlediğim en iyi tiyatro oyunlarından biri kesinlikle. Sessizliklerin gürültüye ve hatta çığlığa dönüştüğü bir senaryo.. Yeryüzünde yaşanan tüm savaşları yansıtabilmek amacıyla, metinde bir kez bile adını duyamayacağınız Lübnan İç Savaşı'ndan bir hikaye. Bir savaşta haklı olan yoktur diyebilmenin belki de en zarif yolu..

Hayatını okuyarak, yazarak ve ışık olmaya çalışarak anlamlı kılmaya çalışan cesur ve iradeli bir kadının etrafında dönen acı bir hikaye. Savaşlarda yaşanan milyarlarca hikayeden biri.. Biri olmasına rağmen en az herbiri kadar ve belki de hepsi kadar acı!

Yaşadıkları o denli acıydı ki birgün geldi ve sustu kadın. Tek bir kelime etmeden sessiz çığlıklar attı yıllar yılı. Sustu çünkü çocuklarına yaşattığı sessizlik ve sevgisizlik elinden gelenin en iyisiydi.

Bu düğüm düğüm hikaye ancak annelerinin ölümünden sonra aydınlanmaya başladı çocuklar için. Öğrendikçe nefretleri aşka, bilinmezleri anlama dönüştü.

Nefretten bahsediyordu, intikamdan..Ölümün ve şiddetin nefretle intikamdan beslendiğinden.. Bunun da bir oyun olduğundan..
"İki gün önce, milisler, kampların dışına çıkan üç genç mülteciyi idam etti. M
ilisler üç genci neden astı? Çünkü kamptan iki mülteci Kfar Samira köyünden bir kıza tecavüz edip öldürmüştü. Mülteciler kıza neden tecavüz etti? Çünkü milisler bir mülteci ailesini taşlamışlardı. Milisler onları neden taşladı? Çünkü mülteciler kekiklerin yetiştiği yamacın yakınındaki bir evi yakmıştıç Mülteciler evi neden yaktı? Açtıkları su kuyusunu tahrip eden milislerden intikam almak için. Milisler kuyuyu neden tahrip etti? Çünkü mülteciler, vahşi köpeklerin koşturduğu derenin yanındaki ekinleri yakmıştı. Mülteciler neden ekinleri yaktı? Bir sebebi vardır tabii, ama benim hafızam ancak bu kadar geriye gidebiliyor; daha öncesini hatırlayamıyorum ama hikaye sonsuza kaar böyle devam eder, gider; bir şey bir başka şeye sebep olur, öfkeden öfkeye, acıdan mateme, tecavüzden cinayete, zamanın başladığı yere kadar gider bu iş..."
Kız diyordu ki onlar annem babamı öldürdü, yanlarına mı bırakacağım bunu? Kadın diyordu ki bunun sonu nereye gider? Kan davalarının bir sonu var mıydı hakikaten? Bu halkanın bittiği bir yer biliyor musunuz? Ben bilmiyorum. Ama "birlikteyken güçlüyüz". 

İnsan olmanın ne demek olduğunu hissettirebilmenin bir yolu olmalı, bunu öğretebilmenin bir yolu.. Gerçek şu ki; seyirci kalanlar adsız ölür! Eğer farkındaysak, farkettirmek için çabalamayalım? Hayatın kan, intikam ve paranın ötesinde taşıdığı anlamları en azından bir kişiye gösterebilsek.. Amma velakin önce bir, sonra birlik olabilmek gerek! Kan ve intikamı önce kendi içimizde sona erdirmek gerek! Hiçbir savaşın kendi içimizdeki savaştan daha ağır olamayacağını bilerek ve cesurca!
Hiç bir bebek kötü doğar mı?

İçindeki çocuktan nefret eden yetişkinlerle, insan olmanın tadına bir kez bile bakmaktan yoksun insanlar; bu savaşlar sizlerin eseri! Bir de buna müsaade eden bizlerin!







19 Ekim 2011 Çarşamba

Black Swan/ Siyah Kuğu


Sanatın hemen hemen her dalına aşık olduğum için Siyah Kuğu da en sevilen filmler listemde sarsılmaz bir yere yerleşti.

İnanılmaz çarpıcı bir film. Nathalie Portman hayranlıkla izlediğim bir aktristi zaten sanırım en favori filmleride Mr. Magorium's Wonder Emporium ve V For Vendetta'ydı. Ama bu filmde adeta kendini aşmış. İzleyiciyi karakterin içine çekebilme açısından çok çok iyi. Bir aktristin bir rolle bu kadar bütünleşmesi inanılır gibi değil. Darren Aronofsky zaten çok özel çok sıradışı bir yönetmen.

Ağır bir film olduğu için öncelikle filmin dünyasına girebilmek biraz sabır istiyor. İnsanın kendiyle savaşını, bu savaşın nasıl alevlenebileceğini ve sonuçlarının neler olabileceğini tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.

Hayattaki en zor ve hazzı en yüksek olan şey insanın kendisiyle barışması değil midir? Tüm inanç sistemlerinde aynı şeyden bahsedilir: kişi önce kendiyle barışmalı, kendini tanımalı, gerekiyorsa affetmeli ve kendisiyle birlik olmalıdır. Herşeyin temeli budur. Kişi kendini tanımazsa, şiddetli dalgalara nasıl direnir? İyilik ve masumiyetin, kötülük ve hırsa yenik düşmesi en şiddetli savaşlardan daha çok, daha acı öldürür insanı. Başarı ve hırs tuzaklı yollardan geçer, kelimelerin içi tuzakla doludur en başından. Önceleri başarının aracı olan hırs, hırsın amaç haline dönüşmesiyle karakterin içinin boşalmasına, üzerinde yükseldiğimiz basamakların birbir yok olmasına- kendi doğrularımıza ihanet etmemize yok açar. Bu noktadan sonra atılan her adım bir nevi Gücün Karanlık yanına hizmet etmektedir. Ama biz en başında başarıyı daha güçlü ve iyi bir ben olmak için arzulamamış mıydık? Yoksa başarıyı isteten Karanlık yanımız mıydı? Tabi başarıyı tanımlamak güç olduğu kadar zorunlu da bu noktada. Ne kadar başarı ya da ne kadar başarısızlık normal şartlar altında bünye tarafından kaldırılabilir? Bu nedenle seçimlerimizi oluştururken, seçimlerimizin kendi doğrularımızla uyumlu adımlarla ilerlemesi en tercih edilesi yöntem. Aksi takdirde içsel olarak kendimizi daha çok sevmek için başarıyı arzuluyorken, dozunu iyi ayarlayamadığımız takdirde eylemlerimiz sonucunda  kendimizden nefret de edebiliriz.

Bu arada acı ve ızdırabın, hırslı başarı arzusuyla birleşmesi bedendeki yaratma gücünü en yüksek düzeyde besliyor olmalı. Gelinen nokta da ilham ve yaratım duygularının insandaki iyiyle-kötü uçurumunun kenarındaki incecik ve taşlı patikadan geçtiği sonucunu da çıkarabiliriz sanırım.

Nina'nın son sözü "mükemmeldi" oldu. Evet "mükemmeldi" ve "son"du.










Kırmızı Sayesinde Daha Yakından Tanıyabildiğim Rothko ve Konu Üzerine Aklımdan Geçenler


Öncelikle Rothko’yu anlayabilmek için onun içinde bulunduğu şartlara, döneme en azından özet olarak bir bakmak gerekir bence. Dönemlerden Modernizm. Sanayi Devrimi sonrası. İnsanın doğayla bağları giderek zayıflıyor ve durum böyle olunca inadına bilinç alanı ön plana çıkıyor. Sanat da iyi bir kopya olmanın ötesinde misyonlar taşımaya başlıyor. Politik bir tavır içeren, kültürel bir ayrıştırıcı haline geliyor bir anlama. Pollock önderliğinde süren ekspresyonizmin anlaşılmaz hali sanatı sonsuzluğun değil, sonluluğun tekrarının bir yansıması haline getiriyor. Soyut Expresyonizm 1930’lu yıllarda doğan, Sürrealizmi takiben  başlayan modern akımlardan. Soyut Expresyonistler anlık duygulanımları ve buna paralel anlatımları  soyut bir anlayışla resme yansıtıyor. Duygular bir nesneye bağlı olmadan anlatılıyor. Rothko, Gottlieb ve Reinhard gibi ressamlar dramatik etki yaratacak, saf, geniş ve renkli alanlar yaratıyor.
Rothko pekçokları gibi ölümünden sonra alkış alıyor ve hatta Soyut Expresyonizmin en önemli temsilcisi olarak ün kazanıyor.  Bir resmin ana hareket noktasının renkler ve onların ilişkileri değil, büyük duygular, trajedi, acı, kendinden geçme ve yok oluş olduğuna inanıyor. Sadece, onun resimlerine doğru bakabilen insanların, resmin oluş anına tanıklık edebileceklerini ve eserin aurosına girebileceklerini söylüyor. Günümüzde de kabul edildiği üzere Modern sanatın interaktif doğası gereği bir yapıt izleyicinin bakışı - yorumuyla ancak bir bütün olabiliyor sonuçta.
Gelelim oyuna: Mark Rothko birgün NewYork’daki ünlü Seagram Binası’nın içindeki Four Seasons Restaurant için bir dizi resim siparişi alıyor ve hikaye kısmen bununla başlıyor.  Siparişi aldığı anda yaratmak istediği atmosfer netleşiyor kafasında.. Bu atmosfer Michelangelo’nun Medici kütüphanesindeki merdivenlere yaptığı pencerelerle yaratılan etki. Duvarlardaki pencerelerin insanda yarattığı esaret, geri çıkamama algısı. Yani Michelangelo’nun kütüphanedeki nesnelerin ötesinde yarattığı algı. Rothko’da Kırmızının değişik tonlarıyla üstüste boyanan resimleri yoluyla, onlara bakanlarda hipnotik bir etki yaratmak, bu tür insanlara karşı kin ve nefretini kusmak arzusunda.
Rothko, insanlara mesafeli, hayata biraz küskün, biraz da bıkkın yaklaşıyor. Hakettiği yerde olmadığını düşünüyor ve insanların sanatını anlamak için yeterince derin olmadığını.. Birgün oldukça yüksek bir ücret karşılığında teklif edilen i kabul ediyor. Evet herkes gibi onun da paraya ihtiyacı var ama o güne kadar sanatını paraya değişmemiş hiç. Ona göre yüksek olan bir teklif verilmesi gururunu okşamış evet. Durumu kendince rasyonalize ettiğini sanıyor, aslında bu resimlerle her an beğenmediği bu insanlara karşı tepkisini belli edebileceğini, onları rahatsız edebileceğini umuyor ama.. Peki sanat para karşılığı satılırsa sanat ve sanatçı yaşar mı, ölür mü? İlk sarsıcı sorumuz bu.
İşler umduğu gibi gelişmiyor..Mekanı ziyaret ediyor birgün açılıştan sonra ve bin kez pişman oluyor kararına. Parayı veren adamı arayıp eserlerin artık satılık olmadığını haykırıyor. Çok üzgün ama bir yandan da bu üzüntüyle özgür kılıyor kendini..Resimlerini görecek insanların onlarla iletişime geçebilecek insanlar olmadığını, aslında kimsenin resimleriyle konuşmaya çabalamayacağını anlıyor.
İkinci sarsıcı soru tam da bu mücadelenin ortasında çıkıyor karşımıza.. İkinci bir açmaz, tokat gibi gerçekliğiyle dikiliyor karşımıza: Siyahla kırmızının savaşı..Hayatın, kaçınılmaz bir şekilde siyaha ilerleyişi.. Soru: Siyahı beklemeli miyiz yoksa sadece kırmızıyı mı aramalıyız? Benim yanıtım kesinlikle kırmızıyı aramak yönünde. An’lardan, an’ları değerli kılmaktan yana..
Rothko atölyesinde ölü bulunmadan önce bu resimlerini Tate Modern’e bağışladı.  Tek şartı gri zemin üzerinde hepsi tek bir salonda ve başka resim olmadan sergilenmeleriydi.
Günümüz sanatının ve sanatçılarının maruz kaldıkları baskıları düşündükçe aslında koşullarda o günlerden bu günlere pek bir iyileşme olmadığını aksine şartların günden güne kötüleştiğini görmekteyiz. Bir sanatçının entelektüalite, kavrayış, dünyevi bilgi ve rasyonel davranış olmadan yapamayacağını bile bile onları politikanın ve güncel hayatın belgeleyicisi konumuna taşıma çabaları çok düşündürücü ve bir o kadar da üzücüdür kanaatimce.

* "Yaptığınız işlerde anlam aramanın ciddiyetini kaybetmişsiniz."
* "Geçmişi tanımak, bugüne kadar yazılmış herşeyi okumak gerek. Dünyayı kavrayamazsan onu aşamazsın ki!"
* "Hayatta korktuğum bir tek şey var dostum o da bir gün gelecek siyah kırmızıyı yutacak."
* "İyi kelimesinin altında yılık yılık gülen bir topluluğa dönüştük.. Herşey olabiliriz ama iyi değil!
-Nasılsın?
- İyi
- Nasıl gidiyor?
- İyi"





4 Ekim 2011 Salı

“Yastık Altı” Karma Sergisi * Yerleş-eme-mek/GDO'lu Tarım

Beyoğlu'nun arnavut kaldırımı yokuşlarının birinin sonunda güzel bir sergi karşıladı beni bu akşam. Tepkilerini&hislerini tuvale, dikenli tele, fotoğraflara yansıtan bir grup sanatçının dünyalarına girdim. Bu insanlar ne anlatmak istemiş, niye anlatmak istemiş anlamak, yorumlamak istedim.. Bazılarıyla konuşma, tartışma imkanı da buldum..İfade biçimleriyle ve kaygılarıyla tüm dikkatimi üzerlerine çeken iki isim benim için özeti oldu tüm serginin. Bunlardan ilki Nazan Azeri'ydi. Hayatının bir döneminde yerleşememişti o da pek çok kişi gibi.. Kendini yersiz yurtsuz, yönsüz hissedişini, ilk arkadaşları olan oyuncak bebekleriyle paylaşmıştı. Kendisi gibi yıkık, yerle bir bir inşaat alanına gitmişlerdi. Ama yine kendisi gibi yeniden inşa aşamasında olan bir inşaat alanına.. Bebekleriyle kendine yer arayıp da bulamayışını, üzerlerindeki karanlığı ve mutsuzluğu fotoğraflarından görebildim ben olanca yalınlığıyla..Yeniden ayağa kalkıp, dimdik durabilmek için öldürmek istemişti belki kendini ve 'kendi bebekleri'ni. 'Kendi bebekleri'ne de göstermek istemişti bu şekilde yaşamaya devam edemeyeceğini.. 'Kendi bebekleri'ni de ikna ederse ancak yeniden başlayacaktı belki herşeye belki bu sefer geçmiş mutsuzluklardan çıkarılan sonuçlarla belki daha mutlu olurdu belki..

Ve Tuğrul Selçuk.. dimdik bir adam.. doğruları insanların gözüne sokmak için nesnelerden yansımalar yaratan bir savaşçı. GDO diyor genetiği değiştirilmiş organizma- korkmayın mücadele edin diyor- geç olmadan öğrenin diyor geç oldu zaten mücadele edin diyor.. dinleyen yok. Türkiye'de insanların sağlığı için mücadele eden bir tane yerli şirket kalmamış meğer benim bile bildiğim yok. İnsan yaratığı panzehirsiz zehirler yapıyor kendine..zehirden para kazanmak, panzehir umuduyla yapılan mücadeleden para kazanmak için.. Para kazanmak için kendine zehir yapıyor..Kendine zehir yapıyor para için.. Para için öldürüyor kendini.. Para.. bizden sonra kalacak tek şey.. tek ve şey.. biz yokuz fotoğrafta.. iletişim kolaylığı sağlayarak insana hizmet etsin diye insan tarafından uydurulan fiktif bir şey insanın uğruna savaştığı 'şey' e dönüşüveriyor ama insan yok resimde..

 Bu iki değerli sanatçının yastıkaltlarında gizledikleri böyle yer buldu benim zihnimde..




19 Eylül 2011 Pazartesi

İncir Reçeli


Ben filmi beğendim.
Herkesin beğeneceği bir film mi? Hayır, zaten söz konusu sanat olunca böyle bir ihtimal hiç varolmadı ki..
HIV/AIDS gibi bir konuyu cesurca ve bu kadar iyi işleyen bir film daha izlememiştim. Cehalet çoğu zaman bir önyargı/peşin hüküm uçurumuna yuvarlayıveriyor bizleri.. Çoğu zaman hiç farkında olmadan hemde. Herkesin bir hikayesi var anlatılacak beğenelim ya da beğenmeyelim.
En sıradan insanın bile kocaman bir dünya var derinlerinde- göremiyoruz bazen. Sevgiyle besleniyor insan, saygıyla ayakta duruyor ve ancak özgüvenle oluşturabiliyor öz benliğini.. Taşlardan biri eksik kalınca, incinince olmuyor olamıyor eksiliyor benlik.. sonra korkular geliyor sayısız.. Filmin iki başrol oyuncusu da topallıyor aslında hayatta.. Ve birgün birbirlerini bulunca tamamlanıyor yapboz ama sorular bitmiyor- gerçekliğin tokadı, masalı bir fırtına misali savurup duruyor oradan oraya. Masal aşkla, haylazlıkla, umutla, neşeyle, huzurla dolu. Gerçekler ise çok acı maalesef.. Ellerinden geldiğince masalda kalıyor kahramanlarımız ta ki sonuna kadar.. Ama filmde bir son var mı? Belki de hayır! İzleyince kendiniz karar verirsiniz. Sizde ölümsüzlüğün bir tarifini yapın kendinize,



Serenad


Zaman öyle bir çizgi ki an gelir asırlar kadar uzun, an gelir saniyeler kadar kısa sanırız.. Yüzleşilmemiş hiçbir acı unutulmaz aslında. Cevabı bulunmamış hiç bir soru yakamızı bırakmaz, yanıtı bulalım diye doğru zamanı bekler sadece. Her fırsatta hatırlatır kendini; bir kokuyu kullanır, bir fotoğrafa gizlenir ama hatırlatır. Bazı acılar kolektiftir. Giderek daha çok insana ait olur, kaçmaya çalıştıkça daha da ağırlaşır.
Önce yalnız, tekil bir insan vardır. Sonra çoğalır insan, gruplaşır; adına din der, adına ırk der, adına millet der, ülke der, gruplaşır. Diğer olur, ötekileşir birbirine. Grubunu korumak için devletleşir, daha da ötekileşir birbirine. Ana fayda tanımını kaybedip, bulma umudunu çoktan yitirmişken, ana fayda için feda edilir ötekiler. Sorular düşerse akıllara cevaplar bulunamasın diye masallar anlatılır insanlara, telkinle huzur bulunsun diye. O kadar çok masal anlatılır ki en sonunda masalın niye anlatıldığını unutur herkes. Ve masal gerçeğe dönüşür. Zaman böyle su gibi akıp geçer.. Unuturuz kardeşliği, unuturuz birliği, unuturuz insan olmanın ne demek olduğunu. Bazen grup olmak ‘layığıyla insan’ olmaktan öte geçer. Artık insan için değil, grup için feda edilir canlar..
Ece Temelkuran’ın ‘Ağrı’nın Derinliği’ isimli kitabı benim ilk yüzleşmemdi Serenad ise ikinci.
Etik olarak doğru olan birşey lehimize değilse durumu hop diye rasyonelize ediveriyoruz böylece sıkıntı da ortadan kalmış oluyor değil mi? Oysa neden farkedemiyoruz, hırslarımız uğruna feda ettiklerimiz aslında kendimiz değil miyiz? Özündeki iyiyle çıktığın yola ondan kopmadan devam edebilmenin zorluğu insanın kendine sadık kalmasının verdiği huzurla aşılabilir ancak.
Okumak için delirirken, bitmesin diye okumamak için mücadele ettiğiniz kaç kitap vardır? Bu kitap onlardan biri.