13 Mart 2012 Salı

Arka Sokaklar


Sokakların da birer kimlikleri var hepimiz gibi. Ana sokaklarla, ara sokaklar ve hatta arka sokaklar bile kırmızı bir tebeşirler ayrılabilir birbirinden.
Ben en çok arka sokakları severim. Arka sokaklar her zaman daha gizemli gelir bana. Aşikar değildir onlar, ifşa etmeyi sevmezler kendilerini. Özenle pişirilen köpüklü bir türk kahvesinin köpüğü alındıktan sonra geriye kalanıdırlar sanki. Sıradan görünerek gizlerler içindekileri, asla ana sokaklar kadar popüler olmasalar da, onlarsız da olmaz günün sonunda.
Korundukça kıymetlenen inci misali, beslerler içlerindeki hayatı böylece kendine has olma imkanı verirler sakinlerine çünkü gözler üzerlerinde değilken daha kolay başarır insanlar kendi gibi olmayı.
Aynı nedenle de bitmez arka sokak hikayeleri. Tıpkı dublör kullanan oyuncular gibi ilgiyi ana sokaklara bırakıp, sakinleşir ve hava alırlar adeta.
Onlar her zaman alternatiftir, asıl olmamanın verdiği özgürlükten keyfi.
Sanılanın aksine daha cafcaflıdırlar ana sokaklardan, uymaları gereken kurallar yoktur neticesinde.
Arka sokaklar her zaman daha yakındır hayata, daha yaşanılası.


Bir Koyabilsek Ben'i Sen'in Yerine

Duygular, hatıraların öncelikli hatırlatıcısı ve kodlayıcısı olarak başrolde yaşıyor hayatlarımızda. Duygu kodlamalarıyla kaydedilen olayların diğerlerine kıyasla daha sık ve daha net hatırlandığını söylüyor kelli felli araştırmalar. Stanislavski de bu yüzden oyuncuların kendi duygusal belleklerinden ilham almaları gerektiğini söylüyor. Çünkü çağrışımlarla örülüyor zihinler ve empati, benzer olayları yaşarken ben ne hissetmiştim diye düşünmekten geçiyor. Ben’i sen’in yerine koymaktan geçiyor türlü anlama çabaları. Sen’i anlama çabası yönlendiriyor ben’lik kayıklarını aslında. Tıpkı adalet gibi adil olma çabası gibi. Önce ben’in tercihleri var ama sen’in tercihlerini anlamaya çalıştığım, çabalayabildiğim oranda saygı duyabiliyorum sana. Tabi arada bir hata payı bırakmalı her zaman, okulda fizik derslerinde sıkça söylendiği gibi her şey NŞA’da (normal şartlar altında) gerçekleşemiyor.

Ben’i sen’in yerine koymak için önce masaya konuya uygun hatıralarımı koymam gerekiyor. Mümkün olduğunca çok ve mümkün olduğunca doğru. Bazen bunun için ufacık şeylere dikmem gerekiyor gözümü hem de gözüm çağrışımları serbest bıraktırana kadar zihnime. Sonrası mı? Sonrası bir cümbüş ortamı adeta. Neler neler varmış sakladığım. Bunu da mı kaydetmişim, burasını da mı? Şaşırıyorum ortaya saçılanlara. Demek ben de senin gibi diyebilmişim işime geldiğinde, senin gibi bağırabilmişim, küsebilmişim. Kabul ettirmek zor bunları kendime. Ama deniyorum işte.

Peki ya sen? Sen kendini koyabilir miydin benim yerime?