22 Nisan 2012 Pazar

Kraliçe Lear

Kanada’lı yazar Eugene Stickland’ın, Shakespeare’in Romeo ve Juliet, Hamlet ve Macbeth’den  sonra en çok bilinen tragedyası olan Kral Lear adlı yapıtından esinlenerek kaleme aldığı oyun, Yıldız Kenter’in elinde sanki kendini bulmuş. Diğer tragedyalarının aksine Shakespeare Kral Lear oyununun sonuna-catharsis’ten sonra- herhangi bir olumlama koymamış. Stickland bu farktan hareket ederek, oyunun sahneleniş hikayesine bir olumlama yerleştirerek adeta tragedyayı tamamlamış.
Oyunda üç karakter var; 80’lerinde tecrübeli bir oyuncu olan Jane (Yıldız Kenter), Jane’e ezber konusunda yardım eden liseli kız Heather (Sedef Şahin) ve oyunun en ilginç karakteri olan çellist (Feride Berin Varol). Jane, erkek egemen  sisteme karşı tepki niteliğinde hazırlanan bir projenin en önemli oyuncusu konumunda. Bu proje erkeklerin ön planda olduğu Kral Lear oyununu a’dan z’ye kadınlardan oluşan bir ekiple sahneleyerek eşitsiz ve alışılageldik güç dağılımını sorguya açmak. Heather yaşı genç, alışılmışlıkları az olmasına rağmen anlamakta güçlük çekiyor bir kral rolünün bir kadın tarafından canlandırılmasının gerekçesini.  Jane ve Heather’in prova yapma sebebiyle bir araya gelişleri oyunun fonda olduğu ama hareket noktasından oldukça farklı yerlere giden bir yolculuğa çıkarıyor izleyenleri. Stickland adeta ‘I know what it is to be old but you don’t know what it is to be young’ sözlerinden hareketle biri genç, diğeri yaşlı iki kadın arasındaki çatışmadan, sevgi ve sıcaklık dolu, enerji ve umut yüklü bir final yaşatıyor bizlere. Heather Jane’e yılmamayı, hayata umutla bakmayı ve neşeli olmayı hatırlatırken; Jane Heather’a insani yanın inceliklerini ve hassasiyetlerini öğretiyor. Jane başarılı tiyatro hayatının da kendisiyle birlikte yaşlanmış olduğunu görmekten korktuğu için provanın sonlarına doğru gelgitler yaşasa da Heather’in yardımıyla bu krizi atlatıyor. Heather ise kelimelerin fark yarattığını duyuyor ilk kez Jane’den ve söylediği şeylerden sorumlu olduğunu.. Çellist ise bazen Antik Yunan oyunlarındaki korobaşı bazense Jane’in olmak istediği diğer ben’i (alter ego) temsil ederek bir müzik ziyafetinden çok daha fazlasını sunuyor bizlere. Ama Jane’in beyin kıvrımlarındaki endişeleri ve kuruntuları seslendirdiği zamanlarda kulaklarda yarattığı rahatsızlığın başarısını da ayrıca vurgulamak gerek.
Yıldız Kenter Jane rolünde detayları o kadar ustaca işlemiş ki oyunu izlerken olduğu gibi davranıyor, kendini mi canlandırıyor yoksa sahiden bir karakteri mi oynuyor ayırt etmek gerçekten çok zor.
Dekor tasarımı Osman Şengezer’e ait sade ve içten. Jane hafızasının gelgitlerinden bahsederken ‘bazen öyle boş ki, bembeyaz..’ sözlerini sarfediyor ve o anda gözüm duvarda asılı içi boş çerçevelere takılıyor. Oyunun Işık tasarımı Cem Yılmazer’in elinden çıkmış. Yılmazer uyguladığı ışık oyunlarıyla sahnenin monotonluğunu silerken ve gerektiğinde sahneye derinlik kazandırmayı da başarmış.
Bu başarılı performansı izledikten sonra aklımda en çok yer eden düşünce şu oldu;  En az 80’inde hafızanın gelgit yaşaması kadar ürkütücü, genç bir nüfusa sahip olduğu söylenen ülkemizde,  sağırlaşma, körleşme ve unutkanlığın bu kadar sürekli ve derin yaşanması..’

Elektra/Sophokles

Yaşadığımız yer kendine has bir düzenden ibaret dev bir mekanizma gibi çalıyor. Yaşamı bir sistem olarak adlandırmak gerekirse, sistemin sürekliliğinin de temel dinamikleri olduğunu söylemek yanlış olmaz. Sophokles’den önce ve sonra bu dinamikleri çözebilmek için çaba sarfediliyor ama günün sonunda sistemin düşünme yetisine sahip unsurları olan bizlerin birey olarak konuya bakışı, dahası  duruşu, kritik önem taşıyor. Herşeyin ‘bir’ olduğu ve ‘bir’den türediği bu sistemde ‘bir’in öncelikle kendinden sorumlu olmasının mutlak bir anlamı var. Çünkü ‘bir’ bütünün hem bir parçası hem de kendisi. ‘Bir’in sisteme bakışını ve onu yorumlayışını inanç olarak adlandırıyorsak, farklı inanç türlerinin de ‘bir’ olduğu hususlar olması kaçınılmaz. İnsanın fizik yapısının kas ve iskelet sistemi üzerine kurulu olması gibi, moral/manevi yapısının da bir yapı üzerinde yükselmesi gerekliliği erdem kavramını antik çağlardan itibaren kullanıma sokmuştur. İyi bir insan, erdemli bir insanla eş tutulmuş; erdemli insanın diğer doğru/gerekli vasıflara sahip olacağı varsayılmıştır.
İkinci önemli kelime ise ‘öldürmek’ ve ‘adalet’. Ölüm’ün dünyevi sistemden bir çıkış olarak anlamlandırılması ve ‘vicdan’ kavramına sırt çevirerek ‘öldürmek’ suretiyle bir insanın oyun dışında bırakılma çabasının kötü emellere (?) alet edilmesini önlemek amacıyla sistemin insan unsuru adalet kavramını da alt bir sisteme oturtmaya çalışmış. Ama bu çabadan önceki dönemde –Antik Yunan’da- adaletin kaynağı kabul edilen Zeus’un, bizde kullanılan ‘her işte bir hayır vardır’ deyişi gibi, her olaydan haberdar olduğu ve kötü adledilen olayların olmasının bile bir nedeni/anlamı olduğu kabul ediliyor. Aksi takdirde kan davası denen ilkel sistemin günlük, sıradan bir olay kabul edilmesi kaçınılmaz olurdu.
İntikam kavramı ise kişinin inanç sistemlerine ve bütünün ‘bir’liğine olan saygısını daha doğrusu güvenini yitirmesi ya da akıl gözüyle, duygu gözü arasındak terazinin bozulması, dengenin yitirilmiş olması olarak tanımlanabilir. O halde rahatlıkla şunu söyleyebiliriz; Sistemin bir dengeden ibaret oluşu sebebiyle, -ahlaki/kişisel değerlendirmelere bile girmeye gerek kalmadan- intikam olgusu dengeyi bozması itibariyle yanlıştır. Kaldı ki intikam savaşları beslemesi açısından da kötücül olmaya mahkumdur. Akıl ve duygu arasındaki dengenin kaybı sonuncunda yapılanlar hak iddiasını perde olarak kullansa da ancak vicdana yük ve utanç kazandırabilir.
Toparlamak gerekirse; sistemde kaçınılmaz olarak yaşadığımız bir filler ve çimenler gerçekliği olmasına rağmen, tamam bir insan olmanın gerekliliği olan erdem niteliği hayata karşı kontrollü yaklaşmamızı gerekli kılıyor. Ağızdan çıkan sözün  ya da atılan bir okun geri alınamayacağının bilincine vararak eyleme geçmek şart. Bunlar Elektra’nın yaşadıklarına karşı çıkarken, Elektra’nın onur/şeref kazanmak adına yaptıklarına da karşı çıkan satırlardır. Bir’in kötülüğe bulaşmasının yani Sophokles’in dediği şekliyle yasalara karşı gelmesinin vicdani yargılamasını yapmak kadar doğal ancak bu yargılamayı eylem düzeyine taşımak kadar anormal bir durum ancak kaos yaratır. Bu kaos eylemi uğruna gerçekleştirdiğimiz vicdanın aradığı huzur olamaz.  Olsa olsa ilave bir yüktür sadece...

20 Nisan 2012 Cuma

Medea/Euripides


Euripides yaşadığı toplumla çatışma içinde olan, toplumdaki sosyal yaşamın çelişkilerini çok iyi gözlemlemiş gerçekçi bir yazar. Hatta bu eserini yazarken mitolojideki Medea gerçeğinden de bazı noktalarda sapmalarda bulunmuş. Bunu yapmasının nedeni gerçeği kendi gözlerinden aktarmak için miti sadece bir malzeme olarak kullanmış olması olmalı.

Medea bir özelliğiyle Antik Yunan Tragedyalarından ayrılıyor. Tragedyalarda genelde ortalamanın üzerinde karakterler konu edilmesine rağmen, bu metinde kölelerin/hizmetçilerin oldukça aktif bir şekilde konuşturulduklarını görüyoruz. Kaderi değiştiremeyecek olsalar da her ikisi de en başından Iason’u haksız buluyor ve endişelerini dile getirmekten çekinmiyor.

Medea hırslı bir kadın; hırsları sayesinde kocasının başarılı olmasını sağlıyor ama işlediği suçların nedeni de hırs yine. Iason onun kocası olduğu sürece zararsız olmasına rağmen, aldatılmasından sonra tekrar gün ışığına çıkan hırsları kendi çocuklarının dahi hayatına mal oluyor.

Eser Euripides’in kadının pozisyonuna ışık tutması itibariyle de ilgi çekici. Ona feminist bir yazar diyemeyiz belki çünkü Medea’ya en başında sempati kazandırıyorken sonradan bencil ve kötü bir kadın olarak algılanmasını engellemiyor ama toplumun kadına bakışındaki adaletsizlikleri ve körlükleri net bir şekilde göstermeye çalıştığına da şüphe yok. Medea sadece Antik Yunan’da kadının pozisyonunu göstermesi açısından değil, aslında Endüstrileşme öncesi dönemin tamamına dair fikir sağlaması açısından da incelenebilir. Kadına dair yansıttığı  hususlardan birkaçı; kadının evlendikten sonra kocasına ait olması ve kendi yurdunu terketmesi yine bu nedenle yeni katıldığı toplumda bir yabancı olması, sosyal alanda kocası gibi gezme, dolaşma hakkının olmayışı evde oturmasının beklenmesi vs. Medea aslında bu tür problemleri olan tüm kadınların simgesi. Sürgüne gönderilmesine de bu gözle bakmak gerekir.
Evlendikten sonra aidiyeti babasından kocasına geçen ve bulunduğu ortama sonradan geldiği için yabancı olan kadın, sürgüne gönderilince daha da aidiyetsiz, kimsesiz ve korumasız kalıyor yani iki katı cezalandırılıyor. Metinden anlaşıldığı kadarıyla halkı –Yunanlılara gore diğer tüm halklar gibi belki-barbar bulunuyor ancak barbarlığı Yunan bir kocası olması sebebiyle görünür değil, ancak sürgün kararından sonra yeniden barbar olarak anılmaya başlanacak. Barbar olan ötekileştirilmiş, barbar batıl ve yabani kabul ediliyor, oysa Yunanlılar kendilerini rasyonel ve gelişmiş kabul ediyor. Ama Medea zaten etrafındakilerden daha zeki bir kadın olduğu için Barbar olmasa da öteki olmaya mecbur. Bunu şu sözlerinden anlayabiliyoruz; ‘Ne geçiyor eline zeki olunca? Boş veriyorsun kendi işlerine; bütün yurttaşların nefret ediyorlar senden. Aptallar da cahil diyorlar sana ve de işe yaramaz, alışık olmadıkları bir bilgiyi sunduğunda onlara.’

Ama sonuçta rasyonel bir insanın yapacağı bir şey gibi grünmüyor Medea’nın yaptıkları. Euripides’in hırsın, tutkunun ve kibirin daha iyi sorgulanabilmesi için böyle bir son tercih ettiğini düşünüyorum.

Günlük Müstehcen Sırlar


Şehir Tiyatroları Sadabad Sahnesi’nde, merakla beklediğim ‘Günlük Müstehcen Sırlar’ adlı oyunu izlemek için yerimi aldım, sanki muavinlik yapıyormuşçasına yerleri gösteren görevlinin sesinden ya da yanımda oturan ve oyunun başladığı ilk iki-üç dakikada birbirlerine söyleyecek şözleri bitmeyen çifte inat oyuna konsatre olmaya çalışmaktaydım.  Ve oyun kaydıraktan inen pardösülü bir adamla başladı nihayet..Karşımda Taciser Sevinç’in elinden çıkmış, metaforik öğelerle dolululuğundan derin bir oyun vaad eden bir çocuk parkı manzarası vardı. Bir süre sonra oyunun ikinci pardösülü adamı da geldi ve bu iki karakter arasında birbirini tanıma çabasıyla geçen uzun diyaloglar başladı. Oyun Şili, Santiago’da geçmekteydi. Her iki adam da teşhirci kılığında kız okuluna yakın bir parkta konumlanmayı seçmişlerdi. Birbirlerinin kimliklerini deşifre etmeye uğraşırlarken birinin Karl Marx, diğerinin ise Sigmund Freud olduklarını iddia ettiklerine şahit olduk. Oyun karakterleri de Marx ve Freud kadar zıt karakterlerdi. Söz düelloları arasında tarihe damga vurmuş bu iki adamın sosyo-psikolojik temelli fikirlerini duymaktaydık. Yavaş bir tempoyla başlayan tek perdeli oyun, ikinci yarısında hızlanmaya başladı. Bu hızla birlikte metinler de giderek karmaşıklaşarak takibi güç hale geldi. Vodvilyen bir tavırla kaleme alınmış olduğu için özüne uygun olarak Türk seyircisine göre uyarlanmaya çalışılmış oyun kanımca komediye kaynaklık etmesi için kurgulanmış esprilerinin düzey ve derinlikleri itibariyle maalesef sınıfta kaldı.
Oyun, yazarı Marco Antonio De La Parra’ya, 1987 yılında Şili’de Gazete Yazarları Derneği’nin en iyi oyun ödülünü kazandırmıştı. Pinochet’nin baskıcı rejimi altındaki halkın birbirine hapsolmuş insanlarını anlatıyordu. Tahminimce ülkemizdeki mevcut siyasal durumla ortak noktaları olması sebebiyle tercih edilerek programa alınmıştı. Ancak sanırım çevirideki eksiklikler nedeniyle niteliksel olarak kopuk ve izleyiciye uzak bir oyundu. Oyunun yönetmeni Yıldırım Fikret Urağ’ın deneysel bir oyun ziyefeti sunma niyetiyle yola çıkmış olduğu çok belli olmasına rağmen oyun metni itibariyle içine girmekte zorlandığım ve nereye gittiğini kestiremediğim bir yolculuktan ibaret kaldı. Cengiz Tangör ve Erkan Sever’in başarılı performansları,  gayet tatmin edici şekilde kullanılan dekor, ışık ve efekt unsurlarına rağmen oyun zihnimde tamam olamadı. Oyun esnasında sahnede görev almayan ekip elemanlarının bir kısmını dekorun arkasından geçerken ya da kenarından bakarken görmek dikkatimi dağıtarak keyfimi kaçırdı.  Oyun broşürünün üzerine not edilmiş olan 16+ ibaresini oyunun en başında saçma bulmuştum ve bu kanım oyunun sonunda da değişmedi. İlaveten Erkan Sever’in oyun boyunca her hareket edişinde muhtemelen bacakları görünmesin diye pardösüsünün önünü düzeltmeye çabalaması aklıma kendisine yöneltilmiş olabilecek yersiz ve gereksiz eleştirileri getirmiş olduğu için bir nebze içimi acıttı.
İçerisinde yer yer güzel repliklere de yer veren oyun yukarıda belirttiğim hususlardan dolayı damağımda eksik bir tat bıraktı. Sanırım bu nedenle oyunun çıkışında oyundaki bayağı esprilere katıla katıla gülen ve ‘aa ben oyunu beğendim’ diyen izleyicilere neyi ve niçin beğendiklerini sormamak için kendimi zor tuttum.

9 Nisan 2012 Pazartesi

Zincire Vurulmuş Prometheus/Aiskhülos

Antik Yunan metinlerini okumaya başladığımdan beri, aradan geçen 15 yy’a rağmen herşeyin nasıl da aynı kaldığını farkettikçe, nereye doğru çekiyoruz biz bu kürekleri diye sormadan edemiyorum. Tarihten alınabilecek en iyi ders, tarihten ders alınamayacağıdır kanısına varmaya az kaldı.
Anlamlandırmaya çalıştığımız hayatların kahramanlarıyız her birimiz. Aynılığı farklılığından zaaflarımız var. Zamanın bildiğimiz başlangıcından bu yana da böyle olmuş bu. Zeus ölümsüzlerin, tanrıların kralı. Düzenin devam edebilmesi için birilerinin ölmemeleri/sabit kalıyor olmaları lazım çünkü. Ama Zeus’un bile eksiklikleri var. Krallığı/gücü ilan edildikten sonra, o zamana kadar kimlerden yardım almış, neler yaşamış unutuyor sanki; ders almıyor. İktidar/yönetim gücünün zırhını kuşanınca sıfırlıyor tüm yaşadıklarını, içindeki hırstan mütevellit canavarın kumandasına geçiyor adeta.
Prometheus aklı da simgelese, insanı da simgelese rasyonelliğinden isyankar bir sembol. İnsanların o zamanlar varoluşlarına buldukları neden. Ve insanın sürekli gelişim özlemine dair tohumlar taşıyor. İnsanın artık ateş’i de var; öyleyse yeni yollar açsın kendine, aklını rehber etsin de doğru yollar açsın herkese. Artık insanın iradeyi gün ışığına çıkarma, sorumluluk alma vakti geldi demek ki. 
Diğer yandan akıl ve güç birleşmedikçe, güç eksiliyor, akıl sonsuz acılara gark oluyor. Denge ciddi bir mesele. Bu politik arenada da böyle. Gücü alan akılsız, aklı olan güçsüzse tarih tekerrür etmeye mecbur kılınıyor. İşte en basit kanıtı; Prometheus’la, Nazım’ın aynı idealle harekete geçmediğini kim iddia edebilir? İkisi de iktidarın aleyhinde ama insanlığın lehinde fikirlere sahip oldukları için sürgün edilmediler mi? Birinin ciğerini kuşlar yemiş, birinininkini mapus duvarları ne farkeder? İkisine de yardım edememiş iyilikleri için kendilerini feda ettikleri. Prometheus’un hikayesi eksik bence henüz- sadece bu kitaptan okuduğum kadarıyla. Geleceğe taşısaydık hikayesini o da Dünyanın en tuhaf mahluku olarak tanımlardı insan’ı.
Sembolizmin çok ustaca kullanıldığı, yazıldığı tarihten bu yana değerinden ve anlamından hiçbir şey kaybetmediği- aksine değerlendiği- için klasik olan bu kitap okuyan her ‘insan’a çok şey hatırlatacaktır.


Gerçek Hayattan Alınmıştır


Kumbaracı50 üçlemesinin I. Kısmı olan ‘Gerçek Hayattan Alınmıştır’da sizi 90 dakika boyunca yakanızdan tutan ve beyninizin tamamını esir eden bir performans izliyorsunuz. Kumbaracı50 sahnesi eski bir dökümhaneyken sonradan tiyatroya çevrilmiş ortasından kolonlar geçen küçük ve dikdörtgen bir sahne. Kapıyı üzerinizden kilitliyorlar oyunun en başında, sadece oyundaki anne karakteri değil, siz de kilit altında kalıyorsunuz.. Yüzleşme bitmeden ne annenin ne de sizin dışarı çıkmanıza izin verilmiyor..Her yüzleşme gibi zor, bir o kadar gerekli ve gerçek bir zamandasınız artık...

Hayat yolculuklarının kesişim kümesi yaralarla dolu bir adam ve annesi.. Mimar ama mesleğinden nefret eden, aynı zamanda da amatör bir yazar olan oğulla, ancak uydurduğu hikayelerle  ayakta durabilen vasat bir oyuncu olan annesinin birlikte edecekleri son dansa şahit oluyoruz.
Yaralarının kabuk tutmasına izin veren ve hatta uydurduğu hikayelerle kendini bile kandırabilen bir kadının; yaralarını her an kaşıyarak yeniden kanatan, kendine acıyan, başarısızlığından ve tamamlanamayışından en çok annesini sorumlu tutan bir adam olan oğlu tarafından, gözleri bağlı olarak onarılmakta olan eski bir eve getirilişiyle başlıyor hikayemiz. Burası adamın doğduğu ev.. Adamın kendince zavallı hayatının başladığı yer yani. Adam hayatının jübilesini burada yapmak istiyor, herşeyin başladığı yerde. Hayatına dair bir yüzleşme ve veda senaryosu var elinde. Annesiyle oynamak istediği bu oyun hayatına son bakışı olacak.
Anne hayatta sadece bir piyon mu olmuş? Gaddar mı, duygusuz mu yoksa sadece olayların farkında mı değil anlaşılması zor. Oğluna dair bilmediği onlarca şeyden sadece birkaçı; oğlunun eşinden neden ayrıldığı ve ya çocukken yazlıktaki balıkçı tarafından taciz edilişi. Ve en önemlisi oğlunun babasının hastalığına yakalandığı ve çok kısa bir süre içinde öleceği.
Oyunun izleyiciye aktarabildiği sorular herkesin kendince yanıtını bulması gereken sorulardan aslında. Örneğin, geçmişi ayağımızda bir pranga olarak yanımızda geleceğe taşımak, geleceği yok etmek değil midir? Zorluklara direnmenin kendince bir yolunu bulamazsan, kendini mahkum ettiğin bu zavallılığın bedelini ödetebilir misin kimseye? Peki intikam almak soğutur mu acılarımızı? Acıtırsak muhatabımızı azalır mı acılarımız?...
Oyun, mekanın tüm eksilerini artıya çevirmeyi başarılmış tecrübeli bir yönetmen olan Arif Akkaya tarafından hazırlanmış.  Bu kadar az bir dekorla bu kadar gerçek bir etki yaratılması gerçekten büyük başarı. Dekorun bir parçası olarak tavana yerleştirilmiş balıkçı fenerlerinin bile sembolik bir anlamı var; An geliyor tüm lambalar yanık yani tüm yaralar açık, ancak bazen fenerleri tek tek açıp yaşanmışlıkları birbir irdelemek gerekiyor. Lambalarla olay desteklenirken görsel olarak da mekanın muhtemel monotonluğuna çok başarılı bir şekilde engel olunmuş. Böylece ölümün soğukluğuna direnilir bir sıcaklığa getirilmiş sahne. 90 dakika boyunca tematik olarak yoğun, oyunculuk ve reji açısından da çok başarılı bir oyun izliyorsunuz. Yılların tecrübesini gözlerinizin önüne seren Tomris İncer, oyunun aynı zamanda senaryosunu yazmış olan Yiğit Sertdemir’le adeta bir gerçek izletiyor bizlere. Kendinizi zorlasanız da çıkaramıyorsunuz zihninizi kapının dışına.