Öncelikle Rothko’yu anlayabilmek için onun içinde bulunduğu şartlara,
döneme en azından özet olarak bir bakmak gerekir bence. Dönemlerden Modernizm.
Sanayi Devrimi sonrası. İnsanın doğayla bağları giderek zayıflıyor ve durum
böyle olunca inadına bilinç alanı ön plana çıkıyor. Sanat da iyi bir kopya
olmanın ötesinde misyonlar taşımaya başlıyor. Politik bir tavır içeren,
kültürel bir ayrıştırıcı haline geliyor bir anlama. Pollock önderliğinde süren
ekspresyonizmin anlaşılmaz hali sanatı sonsuzluğun değil, sonluluğun tekrarının
bir yansıması haline getiriyor. Soyut Expresyonizm 1930’lu yıllarda doğan, Sürrealizmi
takiben başlayan modern akımlardan.
Soyut Expresyonistler anlık duygulanımları ve buna paralel anlatımları soyut bir anlayışla resme yansıtıyor.
Duygular bir nesneye bağlı olmadan anlatılıyor. Rothko, Gottlieb ve Reinhard
gibi ressamlar dramatik etki yaratacak, saf, geniş ve renkli alanlar yaratıyor.
Rothko pekçokları gibi ölümünden sonra alkış alıyor ve hatta Soyut
Expresyonizmin en önemli temsilcisi olarak ün kazanıyor. Bir resmin ana hareket noktasının
renkler ve onların ilişkileri değil, büyük duygular, trajedi, acı, kendinden
geçme ve yok oluş olduğuna inanıyor. Sadece, onun resimlerine doğru bakabilen
insanların, resmin oluş anına tanıklık edebileceklerini ve eserin aurosına
girebileceklerini söylüyor. Günümüzde de kabul edildiği üzere Modern sanatın
interaktif doğası gereği bir yapıt izleyicinin bakışı - yorumuyla ancak bir
bütün olabiliyor sonuçta.
Gelelim oyuna: Mark Rothko birgün NewYork’daki ünlü Seagram Binası’nın
içindeki Four Seasons Restaurant için bir dizi resim siparişi alıyor ve hikaye
kısmen bununla başlıyor. Siparişi
aldığı anda yaratmak istediği atmosfer netleşiyor kafasında.. Bu atmosfer
Michelangelo’nun Medici kütüphanesindeki merdivenlere yaptığı pencerelerle
yaratılan etki. Duvarlardaki pencerelerin insanda yarattığı esaret, geri
çıkamama algısı. Yani Michelangelo’nun kütüphanedeki nesnelerin ötesinde
yarattığı algı. Rothko’da Kırmızının değişik tonlarıyla üstüste boyanan
resimleri yoluyla, onlara bakanlarda hipnotik bir etki yaratmak, bu tür
insanlara karşı kin ve nefretini kusmak arzusunda.
Rothko, insanlara mesafeli, hayata biraz küskün, biraz da bıkkın
yaklaşıyor. Hakettiği yerde olmadığını düşünüyor ve insanların sanatını anlamak
için yeterince derin olmadığını.. Birgün oldukça yüksek bir ücret karşılığında teklif
edilen “iş”i kabul ediyor. Evet herkes gibi onun da
paraya ihtiyacı var ama o güne kadar sanatını paraya değişmemiş hiç. Ona göre
yüksek olan bir teklif verilmesi gururunu okşamış evet. Durumu kendince
rasyonalize ettiğini sanıyor, aslında bu resimlerle her an beğenmediği bu
insanlara karşı tepkisini belli edebileceğini, onları rahatsız edebileceğini
umuyor ama.. Peki sanat para karşılığı satılırsa sanat ve sanatçı yaşar mı,
ölür mü? İlk sarsıcı sorumuz bu.
İşler umduğu gibi gelişmiyor..Mekanı ziyaret ediyor birgün açılıştan sonra
ve bin kez pişman oluyor kararına. Parayı veren adamı arayıp eserlerin artık
satılık olmadığını haykırıyor. Çok üzgün ama bir yandan da bu üzüntüyle özgür
kılıyor kendini..Resimlerini görecek insanların onlarla iletişime geçebilecek
insanlar olmadığını, aslında kimsenin resimleriyle konuşmaya çabalamayacağını
anlıyor.
İkinci sarsıcı soru tam da bu mücadelenin ortasında çıkıyor karşımıza..
İkinci bir açmaz, tokat gibi gerçekliğiyle dikiliyor karşımıza: Siyahla
kırmızının savaşı..Hayatın, kaçınılmaz bir şekilde siyaha ilerleyişi.. Soru: Siyahı
beklemeli miyiz yoksa sadece kırmızıyı mı aramalıyız? Benim yanıtım kesinlikle
kırmızıyı aramak yönünde. An’lardan, an’ları değerli kılmaktan yana..
Rothko atölyesinde ölü bulunmadan önce bu resimlerini Tate Modern’e
bağışladı. Tek şartı gri zemin
üzerinde hepsi tek bir salonda ve başka resim olmadan sergilenmeleriydi.
Günümüz sanatının ve sanatçılarının maruz kaldıkları baskıları düşündükçe
aslında koşullarda o günlerden bu günlere pek bir iyileşme olmadığını aksine
şartların günden güne kötüleştiğini görmekteyiz. Bir sanatçının entelektüalite,
kavrayış, dünyevi bilgi ve rasyonel davranış olmadan yapamayacağını bile bile
onları politikanın ve güncel hayatın belgeleyicisi konumuna taşıma çabaları çok
düşündürücü ve bir o kadar da üzücüdür kanaatimce.
* "Yaptığınız işlerde anlam aramanın ciddiyetini kaybetmişsiniz."
* "Geçmişi tanımak, bugüne kadar yazılmış herşeyi okumak gerek. Dünyayı kavrayamazsan onu aşamazsın ki!"
* "Hayatta korktuğum bir tek şey var dostum o da bir gün gelecek siyah kırmızıyı yutacak."
* "İyi kelimesinin altında yılık yılık gülen bir topluluğa dönüştük.. Herşey olabiliriz ama iyi değil!
-Nasılsın?
- İyi
- Nasıl gidiyor?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder