Duygular,
hatıraların öncelikli hatırlatıcısı ve kodlayıcısı olarak başrolde yaşıyor hayatlarımızda.
Duygu kodlamalarıyla kaydedilen olayların diğerlerine kıyasla daha sık ve daha
net hatırlandığını söylüyor kelli felli araştırmalar. Stanislavski de bu yüzden
oyuncuların kendi duygusal belleklerinden ilham almaları gerektiğini söylüyor.
Çünkü çağrışımlarla örülüyor zihinler ve empati, benzer olayları yaşarken ben
ne hissetmiştim diye düşünmekten geçiyor. Ben’i sen’in yerine koymaktan geçiyor
türlü anlama çabaları. Sen’i anlama çabası yönlendiriyor ben’lik kayıklarını
aslında. Tıpkı adalet gibi adil olma çabası gibi. Önce ben’in tercihleri var
ama sen’in tercihlerini anlamaya çalıştığım, çabalayabildiğim oranda saygı
duyabiliyorum sana. Tabi arada bir hata payı bırakmalı her zaman, okulda fizik
derslerinde sıkça söylendiği gibi her şey NŞA’da (normal şartlar altında)
gerçekleşemiyor.
Ben’i
sen’in yerine koymak için önce masaya konuya uygun hatıralarımı koymam
gerekiyor. Mümkün olduğunca çok ve mümkün olduğunca doğru. Bazen bunun için
ufacık şeylere dikmem gerekiyor gözümü hem de gözüm çağrışımları serbest
bıraktırana kadar zihnime. Sonrası mı? Sonrası bir cümbüş ortamı adeta. Neler
neler varmış sakladığım. Bunu da mı kaydetmişim, burasını da mı? Şaşırıyorum
ortaya saçılanlara. Demek ben de senin gibi diyebilmişim işime geldiğinde,
senin gibi bağırabilmişim, küsebilmişim. Kabul ettirmek zor bunları kendime. Ama
deniyorum işte.
Peki
ya sen? Sen kendini koyabilir miydin benim yerime?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder