20 Nisan 2012 Cuma

Günlük Müstehcen Sırlar


Şehir Tiyatroları Sadabad Sahnesi’nde, merakla beklediğim ‘Günlük Müstehcen Sırlar’ adlı oyunu izlemek için yerimi aldım, sanki muavinlik yapıyormuşçasına yerleri gösteren görevlinin sesinden ya da yanımda oturan ve oyunun başladığı ilk iki-üç dakikada birbirlerine söyleyecek şözleri bitmeyen çifte inat oyuna konsatre olmaya çalışmaktaydım.  Ve oyun kaydıraktan inen pardösülü bir adamla başladı nihayet..Karşımda Taciser Sevinç’in elinden çıkmış, metaforik öğelerle dolululuğundan derin bir oyun vaad eden bir çocuk parkı manzarası vardı. Bir süre sonra oyunun ikinci pardösülü adamı da geldi ve bu iki karakter arasında birbirini tanıma çabasıyla geçen uzun diyaloglar başladı. Oyun Şili, Santiago’da geçmekteydi. Her iki adam da teşhirci kılığında kız okuluna yakın bir parkta konumlanmayı seçmişlerdi. Birbirlerinin kimliklerini deşifre etmeye uğraşırlarken birinin Karl Marx, diğerinin ise Sigmund Freud olduklarını iddia ettiklerine şahit olduk. Oyun karakterleri de Marx ve Freud kadar zıt karakterlerdi. Söz düelloları arasında tarihe damga vurmuş bu iki adamın sosyo-psikolojik temelli fikirlerini duymaktaydık. Yavaş bir tempoyla başlayan tek perdeli oyun, ikinci yarısında hızlanmaya başladı. Bu hızla birlikte metinler de giderek karmaşıklaşarak takibi güç hale geldi. Vodvilyen bir tavırla kaleme alınmış olduğu için özüne uygun olarak Türk seyircisine göre uyarlanmaya çalışılmış oyun kanımca komediye kaynaklık etmesi için kurgulanmış esprilerinin düzey ve derinlikleri itibariyle maalesef sınıfta kaldı.
Oyun, yazarı Marco Antonio De La Parra’ya, 1987 yılında Şili’de Gazete Yazarları Derneği’nin en iyi oyun ödülünü kazandırmıştı. Pinochet’nin baskıcı rejimi altındaki halkın birbirine hapsolmuş insanlarını anlatıyordu. Tahminimce ülkemizdeki mevcut siyasal durumla ortak noktaları olması sebebiyle tercih edilerek programa alınmıştı. Ancak sanırım çevirideki eksiklikler nedeniyle niteliksel olarak kopuk ve izleyiciye uzak bir oyundu. Oyunun yönetmeni Yıldırım Fikret Urağ’ın deneysel bir oyun ziyefeti sunma niyetiyle yola çıkmış olduğu çok belli olmasına rağmen oyun metni itibariyle içine girmekte zorlandığım ve nereye gittiğini kestiremediğim bir yolculuktan ibaret kaldı. Cengiz Tangör ve Erkan Sever’in başarılı performansları,  gayet tatmin edici şekilde kullanılan dekor, ışık ve efekt unsurlarına rağmen oyun zihnimde tamam olamadı. Oyun esnasında sahnede görev almayan ekip elemanlarının bir kısmını dekorun arkasından geçerken ya da kenarından bakarken görmek dikkatimi dağıtarak keyfimi kaçırdı.  Oyun broşürünün üzerine not edilmiş olan 16+ ibaresini oyunun en başında saçma bulmuştum ve bu kanım oyunun sonunda da değişmedi. İlaveten Erkan Sever’in oyun boyunca her hareket edişinde muhtemelen bacakları görünmesin diye pardösüsünün önünü düzeltmeye çabalaması aklıma kendisine yöneltilmiş olabilecek yersiz ve gereksiz eleştirileri getirmiş olduğu için bir nebze içimi acıttı.
İçerisinde yer yer güzel repliklere de yer veren oyun yukarıda belirttiğim hususlardan dolayı damağımda eksik bir tat bıraktı. Sanırım bu nedenle oyunun çıkışında oyundaki bayağı esprilere katıla katıla gülen ve ‘aa ben oyunu beğendim’ diyen izleyicilere neyi ve niçin beğendiklerini sormamak için kendimi zor tuttum.

Hiç yorum yok: