Şehir Tiyatroları Sadabad Sahnesi’nde, merakla beklediğim ‘Günlük Müstehcen
Sırlar’ adlı oyunu izlemek için yerimi aldım, sanki muavinlik yapıyormuşçasına
yerleri gösteren görevlinin sesinden ya da yanımda oturan ve oyunun başladığı
ilk iki-üç dakikada birbirlerine söyleyecek şözleri bitmeyen çifte inat oyuna
konsatre olmaya çalışmaktaydım. Ve
oyun kaydıraktan inen pardösülü bir adamla başladı nihayet..Karşımda Taciser
Sevinç’in elinden çıkmış, metaforik öğelerle dolululuğundan derin bir oyun vaad
eden bir çocuk parkı manzarası vardı. Bir süre sonra oyunun ikinci pardösülü
adamı da geldi ve bu iki karakter arasında birbirini tanıma çabasıyla geçen
uzun diyaloglar başladı. Oyun Şili, Santiago’da geçmekteydi. Her iki adam da
teşhirci kılığında kız okuluna yakın bir parkta konumlanmayı seçmişlerdi.
Birbirlerinin kimliklerini deşifre etmeye uğraşırlarken birinin Karl Marx,
diğerinin ise Sigmund Freud olduklarını iddia ettiklerine şahit olduk. Oyun
karakterleri de Marx ve Freud kadar zıt karakterlerdi. Söz düelloları arasında
tarihe damga vurmuş bu iki adamın sosyo-psikolojik temelli fikirlerini
duymaktaydık. Yavaş bir tempoyla başlayan tek perdeli oyun, ikinci yarısında
hızlanmaya başladı. Bu hızla birlikte metinler de giderek karmaşıklaşarak
takibi güç hale geldi. Vodvilyen bir tavırla kaleme alınmış olduğu için özüne
uygun olarak Türk seyircisine göre uyarlanmaya çalışılmış oyun kanımca komediye
kaynaklık etmesi için kurgulanmış esprilerinin düzey ve derinlikleri itibariyle
maalesef sınıfta kaldı.
Oyun, yazarı Marco Antonio De La Parra’ya, 1987 yılında Şili’de Gazete
Yazarları Derneği’nin en iyi oyun ödülünü kazandırmıştı. Pinochet’nin baskıcı
rejimi altındaki halkın birbirine hapsolmuş insanlarını anlatıyordu. Tahminimce
ülkemizdeki mevcut siyasal durumla ortak noktaları olması sebebiyle tercih
edilerek programa alınmıştı. Ancak sanırım çevirideki eksiklikler nedeniyle
niteliksel olarak kopuk ve izleyiciye uzak bir oyundu. Oyunun yönetmeni
Yıldırım Fikret Urağ’ın deneysel bir oyun ziyefeti sunma niyetiyle yola çıkmış
olduğu çok belli olmasına rağmen oyun metni itibariyle içine girmekte
zorlandığım ve nereye gittiğini kestiremediğim bir yolculuktan ibaret kaldı.
Cengiz Tangör ve Erkan Sever’in başarılı performansları, gayet tatmin edici şekilde kullanılan
dekor, ışık ve efekt unsurlarına rağmen oyun zihnimde tamam olamadı. Oyun
esnasında sahnede görev almayan ekip elemanlarının bir kısmını dekorun
arkasından geçerken ya da kenarından bakarken görmek dikkatimi dağıtarak
keyfimi kaçırdı. Oyun broşürünün
üzerine not edilmiş olan 16+ ibaresini oyunun en başında saçma bulmuştum ve bu
kanım oyunun sonunda da değişmedi. İlaveten Erkan Sever’in oyun boyunca her
hareket edişinde muhtemelen bacakları görünmesin diye pardösüsünün önünü
düzeltmeye çabalaması aklıma kendisine yöneltilmiş olabilecek yersiz ve
gereksiz eleştirileri getirmiş olduğu için bir nebze içimi acıttı.
İçerisinde yer yer güzel repliklere de yer veren oyun yukarıda belirttiğim
hususlardan dolayı damağımda eksik bir tat bıraktı. Sanırım bu nedenle oyunun
çıkışında oyundaki bayağı esprilere katıla katıla gülen ve ‘aa ben oyunu
beğendim’ diyen izleyicilere neyi ve niçin beğendiklerini sormamak için kendimi
zor tuttum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder