17 Nisan 2013 Çarşamba

'Yeniden başla, ümitle aşk'a...'

Neye ihtiyacın olduğunu bilirsin de yapamazsın bir türlü.. Bildiğin şey bir histen başka birşey de olmayabilir.. İlahi bir akışa olan inancınla beklersin. Yoluna gireceği zamanı beklersin işlerin, oysa ironik bir şekilde zamanın geçmesini de hiç istemezsin..Doğru zamanı beklemek tembelliğine esir düşmüşsündür belki de kim bilir..İçinde bulunduğun her an, adımını atacağın nurtopu gibi bir fırsat tanıyorken, anlar kaçar, gider arkasından bakakalırsın. Kaçmak duygusuyla dolar için, taşar.. Gözünü açıp kaparsın kaçamamışsın.

       Sonra, 'yeniden başla, ümitle aşk'a...'

Başlarsın sende. 



17 Mayıs 2012 Perşembe

Çehov Makinesi

İçimde iki adam var- ya da daha doğrusu iki varlık; birisi doktor, birisi de hasta…
                                                                                             Anton Pavloviç Çehov

İKSV’nin düzenlediği 18. Tiyatro Festivali kapsamında DT Tekel sahnesinde sergilenen Çehov Makinesi adlı oyunun pek çok açıdan takdiri hakettiğini düşünüyorum.
Çehov Makinesi Romanya’lı yazar Matei Vişniec’in kaleminden çıkmış. Mete Gürman’ın çevirisi ve Müge Gürman’ın yönetmenliğinde Devlet Tiyatrosu’nda can bulan oyunun kadrosunda Uğur Polat, Hakan Vanlı, Erkan Taşdöğen, ve Ayça Bingöl gibi başarılı isimler yer alıyor.
Ölürken insanın hayatının gözlerinden önünden bir film şeridi gibi geçmesi durumu Çehov için Çehov’un yarattığı karakterler tarafından, onların gözünden yansıtılıyor. Çehov hem oyunun bir parçası hem de ana süjesi konumunda. Tüberkülozdan yavaş yavaş ölürken, İvanov, Martı, Vanya Dayı, Üç kızkardeş ve Vişne Bahçesi eserlerinin kahramanları onu tek tek buluşurken, hayattan, ölümden, iyiden, kötüden, umutsuzluktan, neşeden ve bunların içinde ve dışında kalan herşeyden bahsediyorlar. Çehov bu karakterlerin bir anlama tanrısı olmasına rağmen onların neden’lerine, niçin’lerine, en çok da yaşadıkları şeyleri neden yaşamak zorunda olduklarını sorduklarında cevapsız da kalabiliyor. Onların bazen doktoru, bazen yargıcı, bazen savcısı oluyor. Ama sonuçta onların kaderlerini değiştirmelerine yardımcı olamıyor tıpkı doktor olmasına rağmen kendisini iyileştiremediği gibi. Anna Petrovna ona nasıl ölüneceğini anlatmak isterken, üç doktorlar onun edebiyat ve toplum için ne ifade ettiğini tartışmaya açıyor. Bu karakterlerin hepsi içinde bulundukları çemberin dışına çıkamayan karakterler; Çehov’un hayat verdiği ama onun gibi hastalıklı- natamam karakterler.

Sahnede dönebilen dairesel bir taban ve
  fonda hareket halinde hızla geçip giden bir tren var. Bunlar ışık efektleriyle birleşince izleyicide Çehov’un sanki trenle her bir karakterini, onun yaşadığı yerde ziyaret ediyormuşçasına değişken bir mekan algısı yaratılmış. Aslında biz hep ölmek üzere olan bir adamın yatak odasındayız.

Çehov Makinesi izleyicinin çok dikkatli bir şekilde izlese bile mutlak kaçıracağı birşeylerinin olduğu çok yoğun, hızlı ve uzun bir oyun. Karakterler arasındaki geçişler ve karakterlerin Çehov’la yaptıkları felsefi sohbetler sanıyorum pek çok insan için farklı farklı şeyler ifade edecektir. Başarılı bir ekip oyunu olan bu absürd serüvenin Uğur Polat’ın nerdeyse 120 dakikalık muhteşem performansıyla birleşmesi ve bizlere sunulmasının büyük bir şanş olduğunu düşünüyorum.

Sezuan’ın İyi İnsanı

Brecht çizgisi denen şeyin ne olduğunu merak edenler tarafından özellikle izlenmesi gereken, Brecht’in marksist analizini net şekilde gözler önüne seren, 3 saat boyunca keyifle ve hayranlıkla izlenen bir oyun.
Adalet Cimcoz’un kaleminden ve Yücel Erten’in yönetmenliğinden çıkan epik biçemle sahnelenen Sezuan’ın İyi İnsanı yaşamın iyi&kötü- doğru&yanlış arasındaki gelgitlerini işliyor. Tanrı insana iyi olmayı buyuruyorken, buyruk kapitalist sömürü düzeni ile birleşince ortaya tam bir açmaz çıkıyor. Durum başta rasyonel bir açmaz halindeyken, ana karakterimizin aşık olmasıyla yani rasyonelliğin aşk sularında boğulmasıyla daha da derinleşiyor. Bu seyirciye deniyor ki; bu şartlar altında iyi olmak ne mümkün! Yani ya acımasızlığı ele alıp sistemin bir parçası olarak altındakileri ezerek yukarı tırmanacak, her bir basamakta daha da güçlü olacaksın, ya da saf/salak belki zavallı belki aciz olarak nitelendirilen bir iyi olacaksın. Öyleyse bu durumda doğru ve davranışlar doğal bir yasa sorunu/sonucu olmaktan çıkıp, toplumun içinde bulunduğu yaşam koşullarının bir sonucu halini alıyor. Öyleyse Brecht’in bakış açısıyla toplumda etik kuralların yaşayabilmesi için öncelikle siyasal organizmanın bu kurallar üzerinde yaşaması gerekiyor. Bence tam bir yumurta tavuk ilişkisi durumu.  Ancak bireysel çabanın önemini yadsımıyorsak, ben sadece zavallı bir yumurtayım, durumdan tavuk sorumludur demek yerine kendi çıtalarımızın sağlamlığını sorgulamakla yükümlü olduğumuz da gayet açık. Sonuç olarak herkes ilkin kendi kapısının önünü temizlemekle yükümlü. Ancak böyle olursa sıra sokaklara gelebilir. Lakin bizim geldiğimiz noktada bu aşamaları idrak etme lüksümüz kalmadı biliyorum. Nasıl olacak formülarize edemedim henüz ama herkes birer süpürge kapıp çıkmalı sokaklara. Yoksa hepbirlikte boğulacağız bu çöp deryasında.
Oyunun başrolünde Shen Te/Shui Ta isimleriyle Zeynep Ekin Öner var. Her iki perde boyunca ön planda olan başarılı performansıyla beni kendine inandırmayı başardı.  Oyunun müzik direktörü olan Çiğdem Erken, Paul Dessau’nun bu muhteşem müziğini 65 yıl sonra capcanlı bizlerle buluşturuyor. Ethem Özbora’ya ait dekor tasarımı ilginçliği, çarpıcılığı ve pratikliği itibariyle takdire değer. Oyunun giysi tasarımını yapmış olan Nazan Alaylı ise, konunun özüne ve koşullarında sadık kalarak kostümleri gerçek kılmayı başarmış. Ve bu ekipten ortaya çok başarılı bir oyun çıkmış.