17 Mayıs 2012 Perşembe

Macbeth/ Shakespeare

Macbeth, insanın içinde pusuda bekleyen, o narin, kırılgan çizginin ötesindeki vahşi hırsın tutsağı olmuş bir adam. Belki de farkında olmadan büyüttüğü iktidar tutkunluğuna yem olmuş, kanlı oyunun başında yaşadığı tereddütleri kolaylıkla rafa kaldırabilmiş  bir karakter.  Karşısında çıkan üç cadının gerçek mi yoksa onun hırslarının bir aracı mı olduğunu kestirmek mümkün değil. O halde Hamlet’in yaşadıklarının kaderi olup olmadığını da bilemeyeceğiz. Kontrolden çıkmış bir hükmetme arzusuyla, iktidarda olmanın ülke için ne anlama geldiğini önemsemeyen, bunun getirdiği sorumlulukları asla önemsemeyen, bu nedenle tahta geçiş biçimi de dahil olmak üzere mükemmel bir tiran olan  Macbeth, aradığı tatmini yaşadığı hiçbir gün bulamamıştır.
Lady Macbeth, eserin yazıldığı dönemdeki cahil ve ikincil kadın algısının aksine, kocasını yönlendiren ve hatta bunu yaparken cinsiyet kalıplarını sıklıkla kullanan bu itibarlarla da cinsiyetsiz diyebileceğim bir karakter. Macbeth’i harekete geçirmek için sıklıkla ‘erkek’liğin gerekliliklerine atıfta bulunuyor. Zalimliği ve sertliği sıklıkla erkekliği birincil sıfatları olarak gündeme oturtuyor. Olayların en başına, Macbeth’in üç cadıyla karşılaştığı sayfalara dönersek, rahatlıkla görebiliyoruz ki Lady Macbeth bu kadar hırslı, gözükara ve güçlü bir karakter olmasaydı, Macbeth belki de ilk adımı hiç atmaz, Duncan’ı öldürmezdi. Oysa Lady Macbeth onun ikileme düşmesine, yapacaklarının yanlış olduğunun bilincine varıp, kendi içinde düşünceleriyle yüzleşmesine bile izin vermedi. Macbeth’in ruhsal dengesizliği ve sınırları belirsiz karakteri de şüphesiz ki bu durumu kolaylaştırdı.
Macbeth’in gördüğü halüsinasyonlardan ve her ikisinde de zaman zaman izleyebildiğimiz kan metaforundan anlayabiliyoruz ki aslında her iki karakterde yaptıklarının veya sebep olduklarının ağırlığı altında eziliyor, akli dengelerini korumakta güçlük yaşıyorlar. 
Tüm yaşananların çirkinliğine, korkunçluğuna uygun bir fon olabilmesi için fırtınalı, koyu gri, bunaltıcı, basık zaman zaman da şimşekli bir havada geçiyor olaylar.
Kontrolünü ve yargılama yetisini yitiren insan, önceleri sadece başkalarına zarar veriyorum böylece kendimi güvenceye alıyorum sanrısı içindeyken, ilerleyen süreçte fırlattığı bumerangın kendi boğazını keseceğini öngöremiyor. İçinde bir yerlerde yaşatması gereken saf iyiyi bir kenara bıraksa bile en azından kendi çıkarı için en başında kontrollü olması gerektiğini göremeyecek kadar da kör olmuş. Yaratılan kaos onu da, etrafındakileri de yutup arasına katarak büyüyerek ilerliyor. Ve fırtınadan geriye her zaman olduğu gibi yıkık binalar, ağlayan çocuklar ve bir yığın çer çöp kalıyor.

Hiç yorum yok: